19 Haziran, Perşembe
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » Egemen Sınıf Anlatılarından Arındırılmış Tarih Devrim Çağrısıdır

Egemen Sınıf Anlatılarından Arındırılmış Tarih Devrim Çağrısıdır

19 Haziran 2025
içinde BİLİM, Yazılar
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

Son yüzyılın en büyük tartışma konularından biri, hangi alanlardaki çalışmaların bir bilim disiplini olarak kabul edilebileceğidir. Sosyal bilimler, en son kabul gören ve görece yeni alanlar olmaları nedeniyle bu tartışmaların merkezinde yer almaktadır. Bununla birlikte tarih gibi, birçok alana temel olan bazı disiplinler, azımsanmayacak bir kesim tarafından hâlâ bilim olarak kabul görmemektedir. 

Tarih derken kastımız yalnızca sözlü ya da yazılı anlatılar, olay aktarımları, “büyük adamların” ve olayların neden oldukları sonuçlar/olgular değildir. Tarih geçmişin bütünlüklü ve sistemli bir biçimde incelenmesi ve bugünün dün ile bağıntılı bir biçimde açıklanmasına yönelik çalışmalar toplamıdır. Aynı zamanda bugünün toplumsal hareket yasalarını kavrayabilmek için dünü çözümlemeye yarayan bir yöntemdir. Bundan ötürü tarih çalışmalarını büyük olaylara dair anlatıların, hatta hikâyelerin nesiller boyunca aktarımı değildir, hem dünü hem de bugünü aydınlatmaktır.

İnsan, pratik yaşamı içinde günlük bilgi edinen, edindiği bilgiyi nesiller boyunca aktaran ve bu yolla bir bilgi birikimi oluşturan; ardından da bu birikimi daha ileri pratiklere dönüştürerek toplumunu geliştiren bir varlıktır. Toplumsal ilerlemenin, bilgi birikimi edinmeye ve bu birikimi yeni pratikler üretmek için kullanmaya bağlı olması, tarih çalışmalarını insan toplumu açısından vazgeçilmez kılar. İlerlemeden ve gelişimden söz edilen her yerde, tarih çalışmaları bir gereklilik hâline gelir. Aynı zamanda tarih, toplumun yönünü ve biçimini belirlemede kullanılan bir araca da dönüşür. Kısacası, bütünlüklü bir tarih anlayışı insan toplumu için bir ihtiyaçtır. İnsanın günlük faaliyetleri ve ulaştığı toplumsal düzey, toplumsal ilişkiler bütününe tekabül eder. Bu ilişkilerin biriktirdiği deneyim ve bilgi sayesinde, daha ileri faaliyetlerin zeminleri oluşur. Ancak insan toplumu her zaman bu basamakları ileriye doğru tırmanmayabilir; yine de uzun vadede ilerleyiş, toplumun doğasından kaynaklanan kaçınılmaz bir eğilimdir.

İnsan toplumunu doğadan ayıran temel fark, onun bu ilerleyişinin bilinçli ve iradi bir süreç oluşudur. İnsan, edilgen ya da yaşamın akışı içerisinde sürüklenen bir unsur değil; iradesi ve bilinci vardır, toplumu biçimlendiren de bu bilinçtir. İnsan toplumunun kendine özgü çelişkileri vardır; gelişim de bu çelişkilerin nasıl çözülmesine bağlı olarak gerçekleşir ya da gene nihayet gerçekleşmek üzere toplum içinde bulunduğu koşullarda çürür. İnsanlık tarihi, esasen bu çelişkilerin tarihidir.

Tarihimizin itici gücü, sınıf mücadelesidir. Bu çelişmenin bir tarafı olan ve mevcut sistemde hiçbir gerçek çıkarı bulunmayan proletarya, bugün bu tarihsel sürecin öznesidir. Özne olmak, proletaryaya yalnızca bu sistem içinde bir rol değil, aynı zamanda tarihi yönlendirme ve toplumu köklü biçimde dönüştürme sorumluluğu yükler. Bu nedenle proletarya, devrimci bir sınıftır; yaşamın akışına müdahale etmesi onun tarihsel görevidir. Bu zorunlu müdahale, devrimci pratiktir.

İnsan bilincini ve toplum yapısını tarihsel süreçten bağımsız olarak ele almak, idealist düşüncenin temel yaklaşımlarından biridir. Tarihsel süreci göz ardı etmek ve bugünü anlamaya çalışırken tarihin üzerindeki örtüyü kaldırmaktan kaçınmak, aynı zamanda toplumun yapısını ve değişim dinamiklerini de gizli tutmak anlamına gelir. Bu nedenle idealizm, bir bilim alanı olarak tarihi inkâr etmeyi, toplumsal yasaları dışlamayı ve bunu yaparken de tarihi kendi yöntemleri doğrultusunda çarpıtarak, anlaşılmasını olanaksızlaştırarak, hikâyeleştirerek biçimlendirmeyi tercih eder.

Geçmişten bugüne uzanmayı başaran ve iktidarlar tarafından desteklenerek, yeniden üretilerek kitleleri yüklenen bu anlayış, özellikle sosyal bilimlerde ciddi kısıtlamalar yaratmış ve bu alanlardaki çalışmaların bilimsel niteliği konusunda süregiden tartışmaların temelini oluşturmuştur. Herhangi bir alandaki çalışmaya idealist bir yaklaşım yön verdiği sürece, o alandan bilim üretmek mümkün olmayacaktır.

Pozitif ya da doğa bilimleri bu bakımdan daha ayrı bir yerde durur. Çünkü bu alanlarda kullanılan yöntemin gerçeği ortaya koyup koymadığını saptamak görece daha kolaydır. Bir bilim insanı, kişisel görüş ve inançları ne olursa olsun, laboratuvara girdiğinde bilimsel yöntemi benimsemek zorundadır; çünkü doğrudan gerçeklikle karşı karşıyadır. Bu durum, yalnızca bir meslek etiği meselesi değil, aynı zamanda mevcut sistemin bilimsel bilgiye duyduğu ihtiyaçtan kaynaklanır. Sistem, pozitif bilimlerde elde edilen bulguları kendi sürekliliği için kullanabildiği ölçüde destekler; tersine, fayda sağlamayan sonuçları ya bastırır ya da görmezden gelir.

İnsanlık tarihi boyunca pozitif bilimlerin gelişimi sıkça engellenmiştir. Skolastik düşüncenin egemen olduğu dönemlerde, sistem tarafından tehdit olarak görülen bilimsel ürünlerin yüzyıllarca yok edildiği bilinmektedir. Ancak günümüzde egemen sistem, pozitif bilimden kısmen fayda sağlayabildiği için bu alandaki tartışmalar daha sınırlıdır. Gerçeği tamamen gizlemek ya da açıkça çarpıtmak artık daha güçtür.

Öte yandan, toplumsal pratik de insanın ve toplumun yapısına, düşüncelerine ve yöntemlerine dair bir tür deney alanı işlevi görür. Hangi fikir ve yaklaşımların toplumu ileriye ya da geriye götürdüğü, hangi yöntemlerin insanların gerçek çıkarlarına hizmet ettiği ve toplumsal çelişkileri çözebildiği, bu pratik içinde sınanır. Bu süreci değerlendirebilmenin en önemli yollarından biri ise, eldeki tarihsel birikimi doğru bir yöntemle, bilimsel ve bütünlüklü biçimde eleştirel olarak çözümleyebilmektir.

Tarih anlatısı, insanlık tarihinin ortaya çıkışı ile paraleldir. İnsanın, edindiği birikimi gelecek nesillere aktarma zorunluluğu, toplum olma becerisi, kendisini ve çevreyi anlamlandırma çabası ve değiştirme pratiği bu anlatının sebebidir. İlk dönemlerde, elbette maddi yaşamın belirli bir seviyeye kadar olgunlaşmasından sonra, sözlü tarihî olay anlatımları ve geçmişi geleceğe aktarmak üzere açığa çıkarma girişimleri, sınırlı bilgi ve birikim, yetersiz sebebiyle idealist düşünce tarzının egemenliğinde kalmış ve toplumsal değerlerin üzerinde ağır yükler oluşturmuştur. 

Maddi yaşamın üretimi tarihsel olarak çok daha önce ortaya çıkmasına rağmen, tarih anlatısına duyulan ihtiyaç ancak daha sonra belirginleşmiştir. Ancak insanlık, kendi tarihsel sürecini yeterince açığa çıkaramadığı ve yeni şekillenen toplumsal düzenin gereksinimleri doğrultusunda, bu anlatıyı çoğunlukla yaratıcı figürlere ve kutsal referanslara dayandırmıştır. Toplum yapısı ve insan bilinci de bu tür referanslarla biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Yine de idealizmin mutlak egemenliğinden söz edilemez. Çünkü toplumsal pratiğin ihtiyaçları, bazı gerçeklerin tümüyle örtbas edilmesine izin vermez. Başka bir deyişle, gelişim yavaşlatılabilir ya da toplumsal pratik geriletilmeye çalışılabilir; ancak idealist düşüncenin etkisi gerçekliği bütünüyle gölgede bırakmaya yetmez.

İnsanlık, gökyüzündeki ışıkları ve gök cisimlerini ilahi nedenlere bağlamış, ancak onların yarattığı gelgit etkilerini hesaplamaktan ve bunu toplumsal yaşama uyarlamaktan da geri durmamıştır. Maddi yaşamın üretimi tarihsel olarak insanlıkla birlikte doğmuşken, tarih anlatısına olan ihtiyaç çok daha sonra belirginleşmiştir. Ancak insanlık, kendi tarihsel sürecini yeterince açıklayamadığı ve yeni şekillenen toplumsal düzenin ihtiyaçları doğrultusunda, bu anlatıyı genellikle yaratıcı figürlere ve kutsal referanslara dayandırmıştır. Toplumsal yapı ve insan bilinci de bu doğrultuda biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Yine de idealizmin tam anlamıyla egemen olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü toplumsal pratiğin ihtiyaçları, bazı gerçeklerin tamamen örtülmesine izin vermez. Gelişim yavaşlatılabilir, tarihsel ilerleme bastırılabilir; fakat idealizmin gölgesi tüm gerçekliği karartamaz. İnsanlık, doğa olaylarını tanrılarla açıklamış; ama aynı zamanda bu olayların periyodunu takip etmiş ve toplumsal yaşama uygulamaktan geri durmamıştır. Eninde sonunda, idealizmin tahakkümü üretimin ve pratiğin ihtiyaçları doğrultusunda kırılmak zorunda kalır.

Burada belirleyici olan, idealizmin tahakkümünü kıranların üretici güçler, yani gerçeğe ihtiyaç duyan insanlar olmasıdır. İnsanlar, daha net ifade edersek ezilenlerden, devrime ihtiyacı olanlardan meydana gelmek üzere kitleler, bu anlamda tarihsel değişimin öznesidir. Peki, bu değişim ve gelişim nasıl gerçekleşir? İnsan toplumu bugününe nasıl ulaşmıştır?

Tarih, bilimsel bir alan ve gerçeklerin açığa çıkarılmasına yönelik zorunluluğun ürünü olarak Marks ve Engels’le birlikte kavranmaya başlanmıştır. Onlara göre, bugünün toplumsal yapısını anlayabilmek için ilerlemenin tarihsel dinamiklerini açığa çıkarmak gerekir. Madem insanlık tarihi sınıf mücadelelerinin tarihiydi, öyleyse bu çelişkiyi doğuran süreci temel almak gerekiyordu. Gerçek bir değişim ancak bu biçimde sağlanabilir; değişimi olanaklı kılacak bilimsel yöntem de bu zeminde inşa edilebilirdi.

Bu noktada Marks ve Engels’in şu tespiti son derece çarpıcıdır: “Mutlak malzemenin tükendiği ve ne teolojik ne politik ne de edebi zırvalıkların tartışma konusu edildiği yerde, tarihe değil ‘tarih öncesi çağa’ tutunur. Üstelik bunu yaparken, bu ‘tarih öncesi’ saçmalığından asıl tarihe nasıl ulaşılacağı konusunda bizi aydınlatmaz. Oysa öte yandan, tarihsel kurguları özellikle de bu ‘tarih öncesine’ sarılır; çünkü bu alanda hem ‘kaba hakikatin’ müdahalelerine karşı güvende olduğuna inanır hem de kurgusal güdülerine hiç gem vurmadan dilediğince yol vererek binlerce varsayım ileri sürüp binlercesini de yıkma olanağına sahiptir.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)

Bu anlayışa karşılık, Marks ve Engels’in tarih kavrayışı, insan toplumunun değişen üretim ve mülkiyet ilişkilerini bilimsel bir yöntemle açıklamayı mümkün kılmıştır. Bu tarih anlayışının öznesi, insan toplumunun kendi toplumsal pratiğidir.

Tarihsel eylemlerin başlangıcı, insanın temel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda oluşuyla başlar. Bu ihtiyaçların karşılanabilmesi için, örneğin avlanmak, toplamak ya da üretmek için insanın aletler geliştirmesi ve bu aletleri üretmeye başlaması gerekir. İşte bu üretim süreci, yani maddi yaşamın örgütlenmesi, insanın ilk tarihsel eylemi olarak tanımlanır. İnsanların ihtiyaçları, pratik zorunluluklar doğurur; bu zorunluluklar karşısında insan, çevresini dönüştürmeye başlar. Alet yapımı bunun ilk adımıdır.

Ancak bu üretim süreci sadece mevcut ihtiyaçları karşılamakla kalmaz; aynı zamanda yeni ihtiyaçlar ve yeni çelişkiler doğurarak toplumsal gelişimin temelini oluşturur. Bugünkü toplumun temelleri de burada atılır. Dolayısıyla bu süreci yeterince açıklamadan, insan toplumunun tarihini anlamak da mümkün değildir. İnsanın maddi yaşamını üretmeye başlamasını, başka bir deyişle toplumunun tarihini üretmeye başlamasını merkezine almayan bir tarih anlayışı, bilimsel bir yaklaşım olamaz.

Marks ve Engels bu durumu şöyle ifade ederler: “O halde daha en başından, insanlar arasında, ihtiyaçların ve üretim tarzının belirlediği, insanoğluyla yaşıt, maddi bir bağlam ortaya çıkmaktadır. Sürekli yeni biçimler alan ve demek ki, insanları ayrıca bir arada tuttuğu söylenen herhangi bir politik ya da dini saçmalık mevcut değilken de bir ‘tarih’ ortaya koyan bir bağlamdır bu.” (Marks-Engels, Alman İdeolojisi)

Toplum tarihinin sınıf çelişkilerinin bir ürünü olması, bu tarihin düz bir çizgide ve kesintisiz biçimde ileriye doğru akmasını engeller. Çünkü çelişkinin bir tarafının çıkarları ilerlemeden yanayken, diğer tarafın çıkarları bu ilerlemenin engellenmesini koşullar. Bu nedenle, toplumsal gelişimin yönü ve hızı, sınıflar arasındaki bu çatışmanın seyrine bağlı olarak değişkenlik gösterir. Ancak bu durum, toplum tarihinin temel yöneliminin ileriye doğru olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Bazı dönemlerde gelişim duraklayabilir ya da geriye dönüşler yaşanabilir; fakat tarihsel hareketin tekrar tekrar ileriye yönelmesi, nesnel bir zorunluluktur.

Örneğin, insanlığın bazı bölgelerde sosyalist toplum evresine kadar ulaşabilmiş olması, tarihin bu yönlü hareketinin açık bir göstergesidir. Elbette geri dönüşler yaşanmıştır; ilerleyiş kesintiye uğramış, hatta bazı kazanımlar kaybedilmiştir. Ancak bu yenilgiler, toplumsal gelişimin yeniden ve daha güçlü bir biçimde ileriye yönelme eğilimini ortadan kaldırmamıştır. Çünkü geriye dönülen yer, insanlığı yıkıma ve çürümeye sürükleyen mevcut sistemin kendisidir. Sınıf çelişkileri çözülmemiş, aksine daha da derinleşmiştir. Bu nedenle, daha güçlü bir ilerleyişin nesnel temelleri yeniden oluşmuştur. Toplum tarihinin yönü, geçici sapmalar ve geri dönüşler olsa da, esasen ileriye doğrudur. Çünkü bu hareket, tarihsel bir zorunluluktur.

Ancak sosyal bilimlerde, özellikle de insan toplumunu referans edinen tarih ve sosyoloji gibi alanlarda, idealist yaklaşım çok daha kolay kök salabilmektedir. Bunun temel nedeni, emperyalist-kapitalist sistemin toplumsal gerçekleri gizlemek veya çarpıtmak için yoğun çaba göstermesidir. Oysa toplumun yapısının ve gelişim dinamiklerinin anlaşılabilmesi, gerçeklerin ve toplumsal yasaların açığa çıkarılmasını gerektirir. Tam da bu nedenle sistem, bu gerçekleri tahrif etmeye çalışır; örneğin tarihsel süreci kendi ihtiyaçlarına göre kurgular. 

Bugün toplumsal temel çelişkinin varlığı gibi, tarihe yönelik yaklaşımlar da esas olarak iki farklı sınıf çıkarını temsil eder: Bunlardan biri, burjuva gerici sistemin idealist tarih anlayışıdır; diğeri ise proletaryanın bilimsel tarih yaklaşımıdır. Burjuva tarih anlayışı yalan, çarpıtma ve bilinçli karmaşayla örülüdür. Gerçekler sistemin çıkarlarına göre biçimlendirilir, sonunda gerçeklik tümüyle tahrif edilmiş bir forma dönüşür. Bu nedenle, bu tarih anlatıları çoğu zaman tutarsız, ilerlemeye katkısı olmayan ve bilimsel niteliği bulunmayan metinler yığınına dönüşür. Yaşayıp yaşamadığına dair kanıt dahi bulunmayan figürlerden ve birbiriyle çelişen anlatılarla doludur. Böyle bir tarih anlayışıyla bilimsel yöntem aynı cümlede dahi anılamaz.

Ülkemizde de Kemalist faşist devletin resmi tarih anlatısı, eğitimden medyaya ve gündelik yaşama kadar her alanda topluma sistematik biçimde empoze edilmeye çalışılmaktadır. Resmî ideolojiyi meşrulaştırmakla görevli “bilim insanları”, devletin ideolojik aygıtı olarak çalışır. Türk Tarih Kurumunun kuruluşu ve işleyişi bu durumun en belirgin örneklerinden biridir. Bu kurumun amacı bilimsel tarih üretmek değil, devletin meşruiyetini pekiştirecek bir tarih kurgusu inşa etmektir.

Bu da göstermektedir ki gerçeğin ortaya çıkarılması ya da karartılması tamamen sınıfsal bir meseledir. Gerçeği kendisine göre eğip bükmeyen, tersine kendisini gerçeğe göre dönüştürmek zorunda olan sınıf, devrimci karaktere sahip olan sınıftır: proletarya. Bu nedenle, sosyal bilimlerde bilimsel yöntemin gelişimi ve belirleyici hale gelmesi, yalnızca proletaryanın tarihsel mücadelesine katkı sunduğu ölçüde anlam taşır. Tarih bilimi de bu kuraldan azade değildir.

Marks ve Engels’in şu sözleri, proletaryanın tarih anlayışını özetler niteliktedir: “Komünizm, bizce, oluşturulması gereken bir durum, gerçekliğin kendisini uydurmak zorunda olduğu bir ideal değildir. Günümüzdeki durumu ortadan kaldıran gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyoruz. Bu hareketin koşulları, bugün mevcut olan öncüllerden doğmaktadır… Demek ki proletarya yalnızca evrensel-tarihsel olarak var olabilir, tıpkı onun eyleminin, komünizmin, yalnızca ‘evrensel-tarihsel’ bir varlık olarak mevcut olabileceği gibi.”

Tags: egemen sınıflarEngelskarl makspozitif bilim
ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Siirt’te tecavüz faili korucu gözaltına alındı

Sonraki Yazı

Hatay’da iş cinayeti: 2 işçi yaşamını yitirdi

Related Posts

KOLEKTİF DOĞRULTU

Soyut Kavramlarla Politika, Önderlik ve Kitle Gücü

17 Haziran 2025
Dünya

Nükleer Krizde Son Perde: Müzakere Masası Dağılır Mı?

12 Haziran 2025
ÇEVİRİ

“Sudhakar, devrimci hareketin kıdemli bir önderidir”

8 Haziran 2025
ÇEVİRİ

Maoist Önder: Sudhakar

7 Haziran 2025
ÇEVİRİ

ÇEVİRİ | Naxalbari’nin 50 Yılı- Alternatif Kalkınma Yolu

31 Mayıs 2025
ÇEVİRİ

Basavaraj, HKP (Maoist)’in LGBTİ+ kurtuluş mücadelesi perspektifini anlatıyor

28 Mayıs 2025
Sonraki Yazı

Hatay'da iş cinayeti: 2 işçi yaşamını yitirdi

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:[email protected]