Bir süre önce, nükleer enerji üretiminde kullanılan uranyum zenginleştirme işleminin önlenmesini hedefleyen, ABD’nin savaş tehditleri içeren İran politikaları, Trump’ın müzakere dayatmasıyla yeniden gündeme geldi. İran, bu süreçte müzakereye olumlu yanıt verirken ABD’nin güvenilmez olduğunu açıkça ilan etti ve temkinli yaklaştı. Nihayet 13 Haziran’da İsrail’in İran’a saldırmasıyla müzakere masası devrildi ve Orta Doğu’daki gerilim yeni bir safhaya taşındı.
ABD’nin sömürü dinamikleri ve Siyonist muhafızlık için bölgedeki varlığı tehlike yaratan İran, “nükleer tehdit” gerekçesiyle, henüz müzakere masasındayken İsrail’in füze saldırılarıyla sarsıldı. İsrail’in saldırılarına İran’ın yanıt vermesiyle birlikte kısa sürede fiili bir savaş ortamı oluştu. 12 gün süren çatışmalarda yüzlerce kişi hayatını kaybederken İsrail’in “demir kubbesi” işlevsiz kaldı; İran’ın üst düzey yöneticileri ve nükleer uzmanları ise MOSSAD tarafından nokta operasyonlarıyla hedef alındı.
Bu süreçte bazı çevreler, yakın tarihin deneyimlerine dayanarak İsrail-ABD müdahalesinin İran’da rejim değişikliğine yol açacağı yanılgısına kapılmıştır. Ancak, önemli kayıplar vermesine rağmen İran’ın geri adım atmaması, bilinen ezberleri bozmuştur. Gözden kaçan nokta ise İran’ın, emperyalistler arası rekabette Rusya-Çin emperyalist blokunun desteklediği, bununla birlikte Avrupalı devletlerle de güçlü ekonomik bağları olan yarı sömürge bir ülke olmasıdır.
Bu gelişmelerin ardından, ABD’nin girişimleriyle 24 Haziran’da İsrail ile İran arasında ateşkes ilan edilmiş ve böylece İran’ın “kolay lokma” olmadığı tescillenmiştir. Bu yazımızda ise Kürt Ulusal Hareketinin bu süreci nasıl okuduğunu ve ortaya koyduğu tutumu değerlendireceğiz.
PJAK’IN KONUMLANIŞI
İsrail’in İran’a saldırmasıyla birlikte, KCK’nin İran kolu olan PJAK’ın nasıl bir tutum takınacağı merak konusu oldu. Çok geçmeden, İran Kürdistanı’nda faaliyet gösteren PJAK, İran-İsrail savaşı karşısında taraf olmadıklarını açıkladı. Ayrıca, İran ve İran Kürdistanı’nda yaşayan çeşitli uluslardan azınlıkların her türlü baskı ve katliamcı saldırıya karşı meşru savunma hakkı çerçevesinde korunacağını vurguladı. PJAK, öz yönetim için Kürt güçlerinin ulusal birlik temelinde halkı örgütlü mücadeleye çağıran açıklamalar yayımladı.
Bu açıklamalar, büyük ölçüde “Apocu çizginin”, İran’ın özgün koşullarında iki gerici güç arasındaki savaşın ortaya çıkardığı olanaklardan faydalanarak pratikte uygulanmasına yönelikti. PJAK, ideolojik zeminiyle uyumlu ve kendi içinde tutarlı bir tutum belirleyerek Kürt ulusunun çıkarlarına bağlı kalıp demokratik haklar mücadelesi perspektifinde ısrar etti.
Zegrus Enderyarî’nin şu açıklaması, PJAK’ın tutumunu özetler niteliktedir:
“Bu savaşta taraf değiliz, halklarımızı da bu çatışmaların parçası haline getirmek istemiyoruz. Çözüm, halkların birlikte ve demokratik bir yaşam kurmasında yatıyor. Sadece Kürt halkı için değil, İran’daki tüm etnik ve dinî topluluklar için ortak yaşamı, demokratik özerkliği ve yerinde yönetimi öneriyoruz. İran rejimi, halklar arasında çelişkiler yaratarak yönetimini sürdürüyor. Biz ise bu çelişkileri ortadan kaldıracak, halkların dayanışmasını esas alan bir siyaset yürütüyoruz.” PJAK’ın “üçüncü yol siyaseti” olarak tanımladığı bu tutum, iki gerici güç arasındaki savaşta taraf olmadıklarını net biçimde ortaya koymuştur. Buna rağmen, Türkiye ve İran kaynaklı burjuva-feodal medya, PJAK’ın Hamaney yönetimine karşı İsrail’e destek vereceği yönünde kapsamlı bir dezenformasyon kampanyası yürütmüştür.
Oysa PJAK yetkililerinden Siyamend Mûînî, bu savaşın bölgedeki çatışmaları derinleştirmekten başka bir işe yaramayacağını, halkların özgürlüğüne hizmet etmediğini ve iki devletin bölgesel iktidar hesaplarının bir sonucu olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Benzer şekilde, PJAK Eş Başkanı Peyman Viyan’ın İsrail’e dair şu açıklamaları dikkat çekicidir:
“İsrail, yıllardır Arap ülkeleriyle ilişkiler kuruyor; İbrahim Anlaşması imzalandı. Tüm bunlar savaşın hazırlıklarıydı. Arap ülkeleri, Orta Doğu’da bir cephe oluşturup İran’ın tüm kollarını ve kanatlarını kırmak istediler. Vekil güçler dağıtıldı, geriye bölge ülkeleri kalıyordu. Bazı Asya ülkeleri, hatta Rusya bile… Amaç, geride İran’ı destekleyecek hiçbir ülke bırakmamaktı. İşin içinde İsrail, Amerika ve hatta Avrupa Birliği var. Yani uluslararası güçlerin genel bir planıdır.
Örneğin Britanya’nın rolü, nasıl bir değişim ve dizayn olacağı konusunda belirleyicidir.”
KCK Yürütme Kurulu Üyesi Duran Kalkan ise İsrail’in arkasında ABD, NATO ve İngiltere’nin bulunduğunu vurgulayarak şunları söylüyor:
“…kendilerine teslim olmayan herkesi yok etmek istiyorlar. Mevcut İran yönetimine bir tür teslimiyet dayatıldı…”
Bu açıklamalar, Kürt Ulusal Hareketinin İsrail-ABD müdahalesine karşı yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Burjuva-feodal medyanın PJAK’a karşı yürüttüğü dezenformasyon kampanyaları, ilhakçı devletlerin Kürt ulusunun hak mücadelesini engellemeye dönük genel girişimlerinin bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu süreç aynı zamanda, bazı sol-sosyalist kesimlerdeki ideolojik erozyonları da gün yüzüne çıkarmıştır. Örneğin, ilk günden itibaren “Siyonist İsrail’e karşı Mollalar İran’ının yanındayız” diyerek “devrimci tutumun dar kafalı doktrinerlik olmadığını”(!) iddia eden Teori ve Politika dergisi, sanal medya hesabından “PJAK, Netanyahu’yla birlikte ‘Jin Jîyan Azadî’ çığırıyor. Bu partinin ‘halklar’ sözü yavan bir aldatmacadır. Emperyalizmin ve Siyonizm’in aleminde özgürlük arayan gönüllü köledir ancak.” şeklinde bir yaklaşım sergilemiştir.
Bu tür yaklaşımlar, iki gerici güç arasındaki savaşa taraf olmakla ve egemenlerin Kürt Ulusal Mücadelesini etkisizleştirme manevralarının bir parçası olmakla devrimci zeminde durulmadığını, Kürt ulusal sorununa ilhakçı ve şovenist bir pencereden bakıldığını göstermektedir.
Öte yandan PJAK, İran egemen sınıflarının haksız savaş koşullarında başta Kürt ulusu olmak üzere çeşitli uluslardan halklara yönelik baskı ve zorbalık politikalarına karşı mücadeleyi yükseltme çağrısı yaparak anlamlı ve manidar bir çıkış gerçekleştirmiştir.
KCK Yürütme Kurulu Üyesi Duran Kalkan ise PJAK’ın bu tutumunu şu sözlerle onaylamıştır: “Kürdistan ulusal birliği için çaba harcanmalı. Bireysel ve örgütsel farklılıklar bir kenara bırakılarak, herkes katkı sunmalı. Özellikle Rojhilat Kürdistan’ın siyasî parti, örgüt ve kurumlarının birlik olup tek ses olarak hareket etme zamanlarıdır, bunu başarabilmeliler. PJAK açıklama yaptı, çağrıda bulundu. Biz bu çağrıyı doğru ve anlamlı buluyoruz. Bütün Kürt örgütleri ve yurtseverler aynı tutumu benimsemeliler.”
Bununla birlikte Duran Kalkan’ın PJAK’ın ulusal birlik çağrısına verdiği desteğin, ulusal bağımsızlıkçı bir anlam taşımadığını belirtmek gerekir. Devrimci dinamiklere sahip olmasına karşın, Kürt Ulusal Hareketi uzlaşmacı-reformist bir çizgiye sahiptir ve İran halkının ve Hamaney yönetiminin demokratikleşmesini umut etmektedir. Bu bağlamda desteklenen ulusal birlik, merkezi otoriteyle yasal siyasî zeminlerde sorunların çözülmesini esas alan uzlaşmacı bir karakter taşımaktadır.
EZİLEN ULUS MÜCADELESİ MEŞRUDUR
Günümüzde Kürt ulusunun faşist İran devletine karşı verdiği meşru mücadeleyi reddeden anlayışlar, esasen ilhakçı ve sömürgeci güçlerin işine yaramakta; ezilen bir ulusun hak arayışını, ezen ulus egemenlerinin safında yer alarak inkâr etmektedir. Kürt Ulusal Mücadelesinin İran devletine karşı meşruiyeti, yalnızca devletin Kürtlere yönelik idam tehditleri ya da Mahsa Amini eylemleriyle açıklanamaz. Bu mücadelenin temel dayanakları tarihsel gerçekliklerde aranmalıdır.
İbrahim yoldaşın ifadesiyle:
“Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin Kendi Kaderini Tayin Hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin eğilim ve isteklerini hiçe sayarak sınırları pazarlıkla belirlediler. Böylece Kürdistan bölgesi İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü.”
Burada bir tarihsel hususa dikkat çekmekte yarar var: Modern anlamda Safeviler döneminde temelleri atılan ve halen varlığını sürdüren eyalet sistemi, İran’ın “ulus devlet” mekanizmasında diğer ilhakçılardan görece farklı bir politikaya sahip olmasına neden olmuştur. Tarihsel olarak daha ilerici kılmakla birlikte, Acem milliyetçiliğinin gelişimiyle Kürtler ve diğer azınlıklar üzerindeki ulusal baskı politikalarının ortaya çıkışı kaçınılmaz oldu.
Lozan sonrasında İran’daki Şah rejimi, Kürt ileri gelenlerinin mallarına ve topraklarına el koymuş, sürgün ve katliam politikalarını uygulamaya koymuştur. Buna karşılık, Simko liderliğinde Tahran’da ayaklanma düzenleyen Kürtler, Şah rejimini korkutmuş ve Pehlevi’yidiğer ilhakçı devletlerle ortak zemin arayışına itmiştir. 1937’de bu arayış, Sadabat Paktı’nın imzalanmasıyla sonuçlanmıştır.
Dr. Şivan’ın da belirttiği gibi, “Bilindiği üzere bu pakt, Kürt halkının temel millî ve demokratik haklarını her ne pahasına olursa olsun tanımamayı; Kürt millî direniş hareketlerini bastırabilmek için Türkiye, İran ve Irak’ın müştereken hareket etmesini öngören, modern bir ‘Haçlılar İttifakı’ydı.”
Sadabat Paktı, 1958’de Irak Krallığı’nın devrilmesiyle büyük ölçüde etkisiz kalsa da, 1979’da Şah rejiminin yıkılışına kadar Kürt ulusunun inkârı ve Kürdistan coğrafyasının ilhakı, CENTO adı altında Türkiye ve İran arasında sürdürülmüştür. İran İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla
Humeyni yönetiminin CENTO’dan çekilmesi, Rojhilatlı Kürtler üzerindeki ulusal baskıyı sona erdirmemiş, aksine Fars-Şii egemenliği altında yeni bir baskı dönemine taşımıştır.
Simko önderliğinden Komela’ya, PDKİ’den PJAK’a uzanan Kürt Ulusal Mücadelesi, her defasında ilhakçı güçler tarafından kanla bastırılmak istenmiş; Kürt halkının bağımsızlık, eşitlik ve demokrasi talepleri, süngülü tüfeklerle karşılanmıştır.
Bu bağlamda, Kürt Ulusal Mücadelesi’nin İran devletine karşı yürüttüğü mücadelenin meşruiyetinin temel dayanaklarını tam da bu tarihsel süreç içinde, eğip bükmeden anlamak ve savunmak zorunludur.
İRAN’DA DEVLET KARŞITI HAREKETİN BAŞARI OLANAKLARI
İran, stratejik ve jeopolitik konumu nedeniyle Orta Doğu’da kilit taşı rolünü üstlenmektedir. Bu yüzden İran’la ilgili her gelişme, bölgedeki tüm aktörleri derinden etkiler. Çok uluslu ve çok kültürlü yapısı ile bölgedeki karmaşık ilişkileri göz önüne alındığında, İran’ı çelişkilerin en karmaşık haliyle ele almak zorundayız.
İsrail-ABD müdahalesiyle birlikte İran’da devlet karşıtı bir hareketin mevcut koşullarda başarı elde etme olasılığı da tartışma konusu olmuştur. Kuşkusuz, gerici devletler arasındaki çelişkiler devrimci olanakları genişletebilir ve devrim için uygun zeminler yaratabilir. Çünkü bu tür devletler arasında çatışma savaşa evrildiğinde, ortaya çıkan sosyal ve ekonomik krizler derinleşir; bu da halkın “eskisi gibi yönetilemeyenlere” karşı birleşme arayışını güçlendirir.
Dolayısıyla İran-İsrail savaşı durdurulamaz bir noktaya gelseydi, İran’dadevlet karşıtı hareketler yeniden güç kazanabilirdi. Ancak bu hareketlerin örgütlü ve önderlikli olma ihtimali, geçmiş deneyimlere dayanarak bugün de zayıf kalmaya devam ederdi. Örneğin; 2009 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri protestoları, 2011 Huzistan protestoları, 2017-18 protestoları, 2021-22 protestoları ve Mahsa Amini eylemleri, dağınık ve kendiliğinden gelişen halk hareketleri olarak kayıtlara geçmiştir.
Geçmişte bu isyanlar İran devleti tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış olsa da aynı zamanda halkın devrimci dinamiklerinin ne denli güçlü ve yıkıcı olduğunu da ortaya koymuştur. Bu deneyimler, İran toplumunda devlet karşıtlığının yaygın bir duygu olduğunu göstermektedir. Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi, örgütsüz ve önderliksiz bir hareketin başarı şansı yoktur.
Tarihsel olarak İran’daki en etkili hareket olan İslam Devriminde bile, rejim karşıtı bir hareket olarak eski gerici rejimin yerini yeni bir gerici rejim almıştır; yani tam anlamıyla devlet karşıtı değildir.
Kısaca, devlet karşıtı bir hareketin başarılı olması için, kitleleri kendi önderliğinde örgütleyebilecek gerçek bir komünist partinin inşası gerekmektedir. Nitekim, İran’da burjuva feodal devletin yıkılmasını sağlayacak güç, ancak örgütlü devrimci proletarya sınıfıdır.