Türk egemenlerinin yaşadığı politik çalkantı ve kaosa, aynı zamanda kokuşmuş bir çürüme eşlik etmektedir. AKP-MHP blokunun CHP üzerinde oluşturduğu polis-yargı-hapishane cenderesi, yeni türden ama daha yaygın bir “Fırıldak Kubi” furyasının önünü açmış görünmektedir. AKP ve Tayyip Erdoğan, muhalefetin CHP’de merkezileşmesini engellemek için elindeki tüm imkânları seferber etmiş durumdadır. Bu seferberlik; belediyelere yapılan operasyonlar, tutuklama dalgaları, tehdit ve şantaj yoluyla devşirme girişimleri ve iç bölünme koşullarını oluşturma şeklinde çok yönlü sürmektedir. Mevcut evrede devşirme, polis-yargı-tutuklama tehdidiyle gerçekleştirilmektedir. Nitekim Aydın Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun, AKP’nin kuruluş yıl dönümünde devşirilmesi, bu saldırıların sonuç verdiğini göstermiştir. Tayyip Erdoğan, rakip gerici kliği zayıflatmak için hiçbir yasa ve kuralla bağlı olmadığını ilan etmekten geri durmamaktadır.
Bu durum, tüm siyasî iklimi kaosa sürüklediği gibi, sistemin “çeteleşmiş” ve rantçı karakterini deşifre eden bir mücadeleyi de açığa çıkarmıştır. Artık her alanda rantçı çete oluşumları adeta zorunlu bir ihtiyaç olarak örgütlenmektedir. Gülen kliğinin devletten tasfiyesiyle birlikte şekillenen “borsa” sistemi; belediye operasyonlarında, tutuklama furyalarında, şirketlere el koymalarda ve belediyelerin devşirilmesinde giderek çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Ortaya çıkan açık deşifrelere rağmen kimi avukatlar gözaltına alınmakta ya da teşhir ve tecrit edilmekte, ancak sistem daha da güçlendirilerek sürdürülmektedir. Tüm güvenlik ve yargı mekanizması artık yasa, yönetmelik ya da anayasa ile değil; rüşvet, iltisak ve sermaye değişim koşullarına uygun bir “borsa sistemi” ile işlemektedir. Bu sistem, iki gerici kliğin mücadelesinde zorunlu olarak açık vermekte ve deşifre olmaktadır.
Faşist diktatörlük, hem hâkim durumda olan AKP-MHP bloku hem de saldırı altında bulunan CHP ile birlikte, topyekûn çürümüş ve kokuşmuş bir yapıda olduğunu açıkça göstermektedir. Ekonomik krizle birlikte küçülen pasta ve pay kapma mücadelesi, kamu kaynaklarının nasıl bir yağma sistemiyle talan edildiğini ve tüm siyasî hesapların halk düşmanı karakterini ortaya koymaktadır. Rant kavgasının yanı sıra özellikle CHP içindeki koltuk kavgası ve ikbal mücadelesi; ekonomik sorunlar ve ağır siyasî baskılar altında çekilmez bir yaşama mahkûm edilen emekçi sınıfların çıkarlarına düşman niteliklerini açığa vurmaktadır. Demokrasi, özgürlük ve ekonomik refah vaatlerinin tümü, aslında çürümüş sistemin direksiyonuna geçerek “devlette sürekliliği” güvence altına alma amacına yöneliktir.
Demokratikleşme Maskesi
Bu koşullar altında faşist diktatörlüğün tüm unsurları, Kürt ulusal sorununu “demokrasiyi” tesis ederek çözme iddiasındadır. Oysa kendi ilişkilerinde demokratikleşemeyen ve kanlı bıçaklı bir kavga sürdürenler, ilhak altındaki Kürt ulusuna, halka ve emekçilere demokrasi vaat ederek politik bir düzenbazlık oyunu oynamaktadır.
Ekim 2024’te Devlet Bahçeli’nin çağrısıyla başlayan, 27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın PKK’nin feshedilmesi ve silahlı mücadelenin sonlandırılması çağrısıyla devam eden, 4-5 Mayıs’ta ise PKK kongresinin bu çağrıya olumlu yanıt vermesiyle Kürt ulusu nezdinde adeta “tavşan hızıyla” ilerleyen süreç; devlet katında ise “kaplumbağa hızındadır.” Faşist diktatörlüğün sorunu ele alışı, yalnızca iç politikaya değil, tüm bölgeyi kapsayan bir hazırlığa dayanmaktadır. Zira mesele, ABD-İngiliz emperyalistlerinin yönelimlerinde daha güçlü bir konum elde etme planıyla iç içe geçmiş durumdadır. Bu nedenle devlet, sorunu özünden, yani Kürt ulusal varlık ve özgürlük mücadelesinden uzak tutarak bölgesel gelişmelere ve yeni konumlanışlara odaklanmaktadır.
Sorunu “hal yoluna koyma” ihtiyacı ile Kürt sorununu varoluşsal bir mesele olarak yaşayan halk gerçekliği birleştiğinde, faşizm açısından atılan adımlar temkinli, yer yer bozguncu ve daima sınırlı olmaktadır. Tayyip Erdoğan ise meseleyi bir demokrasi ya da ezilen ulus sorunu olarak değil; “Türk, Kürt, Arap” ittifakı söylemi üzerinden, daha güçlü bir devlet inşa etmenin aracı olarak tanımlamaktadır. Bu ise açıkça, emperyalist düzenin bölge planlamalarında daha etkin rol üstlenme ve yeni, daha derin çelişkiler yaratma isteğidir.
Suriye Ekseni ve Bataklık Siyaseti
Yaklaşık 10 aylık süreç boyunca içi boşalmış “kardeşlik, terörsüz Türkiye”, “demokratikleşme” gibi retorik dışında somut olarak atılan tek adım “nun kurulması olmuştur. İyi Parti dışında meclis içindeki tüm partilerin katılımıyla oluşturulan komisyon, tartışmalara gizlilik getirerek “demokrasi” kanallarını pişkince kapatmıştır. Oluşturulan sürecin taşıyıcı kolonu işlevi gören MHP’nin başlattığı konferanslar serisinde ise 100 yıllık tek uluslu toplum yapısı hararetli şekilde savunulmaktadır. Türklük tanımının korunacağı, Anayasa’nın ilk dört maddesi yanında 42. ve 66. maddelere dokunulmayacağı beyan edilmiştir. Çok uluslu ve çok inançlı toplum yapısını inkâr eden bu maddeler korunarak üretilen çözüm ise “mecliste konuşma özgürlüğü”, “Cumhurbaşkanı yardımcılarının Kürt ve Alevi olması” şeklindedir. Çözüm vizyonu ve sorun tanımı bununla sınırlıdır. Bunun yanında beklentilerin odaklandığı başka noktalar var. Suriye’de Rojava’nın berhava olması, Kürt örgütlülüklerinin ve silahlı güçlerinin HTŞ önderliğindeki sisteme mas edilmesi vb. Sürecin temel dayanağı ve ruhu ise Suriye’de TC çıkarlarına uygun yönelimin inşa edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın “Türk, Kürt, Arap ittifakı” vizyonunun temel dayanağının Suriye olduğu açıktır.
Suriye’de yaşanan gelişmeler ise TC açısından iç açıcı değildir. HTŞ, Süveyda’da Dürzi katliamına girişmiş ancak ciddi bir yenilgi almıştır. Bu gelişmenin hemen ardından, 8 Ağustos’ta Kürtler öncülüğünde Haseke’de tüm ulus ve inançları kapsayan “Ortak Tutum Konferansı” toplanmış, El-Colani önderliğindeki HTŞ’nin tek taraflı anayasa taslağı ve yönetim anlayışı mahkûm edilmiştir. Bu girişimin ardından uzlaşmayı hedefleyen Paris Konferansı’na Şam’ın katılmayacağını açıklaması dikkat çekmiş, aynı süreçte Hakan Fidan’ın Suriye trafiği yoğunlaşmıştır: 7 Ağustos’ta Şam ziyareti, hemen sonrasında ise Suriye Dışişleri ve Savunma Bakanı ile İstihbarat Başkanıyla Ankara’da yapılan görüşmeler bu kapsamda gerçekleşmiştir. Görüşmelerin ardından TC, doğrudan SDG’yi hedef alarak tehditlerde bulunmuştur.
Hakan Fidan, “Lazkiye’de başlayan olaylar ve daha sonra Süveyda’daki hareketlilik, YPG’nin bir türlü sisteme entegre olmamadaki oyunbozanlık rolü gösteriyor ki Suriye’de açılan bu olumlu sayfanın, insanların umduğu gibi, istediği gibi gitmesi bir hayli zor olacak gözüküyor. Burada bir meydan okuma var” diyerek, SDG’yi İsrail’in maşası olmaktan vazgeçmeye çağırmayı da ihmal etmemiştir.
Suriye’nin geri dönülmez bir şekilde parçalanma yoluna girdiği bu koşullarda, HTŞ’nin çok uluslu ve çok inançlı yapıyı reddetmekle kalmayıp bu parçalanmayı beslediği görülmektedir. TC’nin buna da hazırlık yaptığı, Kürt açılımının bu seçeneği de içerdiği açıkça ortadadır. Ancak gerçeklik, Suriye’de kanlı sayfanın kapanmadığını; tersine, daha da genişlediğini göstermektedir. Bu bağlamda faşist TC açısından “Kürt barışı” söylemi, esasen Suriye ve Irak odaklıdır. Barış girişimleri, daha büyük savaşlara hazırlığın örtüsü olarak işlev görmektedir. Ki bu, emperyalist güçlerin genel yönelimidir. ABD himayesinde gerçekleştirilen Ermeni-Azeri, Pakistan-Hindistan barışları; Ukrayna-Rusya barış girişimleri ve İran-İsrail ateşkesi emperyalist güçler için büyük çaplı çatışmaların “barışlarla” örgütlenmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Emperyalistler, Doğu Avrupa’dan Orta Doğu ve Afrika’ya, Uzak Asya’dan Kafkaslara kadar dengeleri bozacak hamleler geliştirmektedir.
Bu türden her barış hamlesi daha ciddi çatışma olasılıkları barındırmıştır. Faşizmin “millî kardeşlik” anlayışı da bu çerçevede okunmalıdır. Emperyalizmin ve faşizmin içinde bulunduğu ekonomik ve politik krizlerin derinliği, işçi sınıfı ve emekçilere yoksulluk ve işsizlik cenderesini dayatmaktadır. Öfke ve tepki büyüktür. Yapılması gereken ise, dağınık halde bulunan bu öfke ve tepkinin örgütlenerek sistem dışına taşınması ve kurtuluşun devrimle gerçekleşeceği bilincinin inşa edilmesidir.