7 Ekim’den sonra yoğunlaşan ve açıkça soykırım amacını taşıyan Siyonist saldırılar karşısında çetin koşullarda süren Filistin direnişi, yalnızca Gazze’deki kuşatmayı yarma mücadelesi değil; aynı zamanda emperyalist düzen ve Siyonist bekçilerinin dünya çapında yarattığı sahte dengeyi sarsan, işgal rejiminin “yenilmezlik” imajını parçalayan ve halkların bilincinde yeni bir dönemin kapısını aralayan bir sürece dönüşmüştür.
Direnişin bu küresel etkisi, Siyonist işgal devletinin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu meşruiyeti ve desteği her geçen gün daha da aşındırıyor. Rejim, dışarıda giderek yalnızlaşırken, içeride de sarsıntılarla karşı karşıya. Dünyanın dört bir yanında yükselen “Filistin” haykırışı, yalnızca Gazze’deki savaşın değil, tüm emperyalist düzenin geleceğini tartışmaya açıyor.
Tanıma Açıklamaları ve İşgal Gerçeği
Filistin mücadelesi bir dönem FKÖ önderliğindeki görkemli direniş zamanlarında olduğu gibi bugün de dünya halkları nezdinde sahiplenilen bir davaya dönüşmüş durumda. Kitlelerin yükselen mücadelesi, uzun süredir Avrupa gündeminde olan “Filistin’i tanıma” meselesini yeniden öne çıkardı. Son bir yılda İspanya, Norveç ve İrlanda Filistin devletini tanıdığını açıkladı; Fransa, İngiltere ve Kanada ise benzer adımlar atabileceklerini duyurdu. Bu niyetlerin karara dönüşmesi için gözler eylül ayında yapılacak BM Güvenlik Konseyi toplantısına çevrilmiş durumda.
Ancak bu gelişmeler ne şaşırtıcı ne de yeni. Her “tanıma” açıklaması, yıllardır tekrarlanan iki devletli çözüm formülünün bir parçası. Oysa bu formül, Filistin’in özgürlüğüyle bağ kurmadığı sürece yalnızca işgali ve eşitsizliği meşrulaştırıyor. Bu nedenle her tanıma açıklaması aynı zamanda bir sınava dönüşüyor: Gerçekten Filistin’in kurtuluşunu mu savunuyorlar, yoksa statükoyu yeniden mi üretiyorlar? Biz yanıtı gayet iyi biliyoruz. Bugün 145’i aşkın devlet Filistin’i tanımış durumda. Ancak bu tanımaların Filistin halkına somut bir kazanım sağlamadığı açık. Dahası, kimi zaman tersine işlev görüyor: Devletlerin soykırımdaki sorumluluğunu gizleyen bir paravana dönüşüyor. İsrail’in en saldırgan politikalarının ortağı olduklarını gizlemek isteyenler, meseleyi “Filistin’i tanıdık” açıklamalarıyla geçiştirme yolunu seçiyorlar.
Filistin halkı için gerçekten bir şey yapmak isteyenlerin bilmesi gereken şudur: Bunun tek yolu işgali reddetmektir. Yani Siyonizm’i reddetmek, yani Filistin’in ilhakı demek olan İsrail’i reddetmek. İşgale işgal demeyen, işgalin büyümesi için silah ve mühimmat sağlamaya devam eden bir devletin “Filistin’i tanıyoruz” açıklaması ne ifade eder? Filistin’in kuruluşunu kurtuluşuna bağlamayan bu sözler boştur. Bu “boşluk” hali bir sınıfın çıkarlarını temsil ediyor. Batılı emperyalistler bugün “Filistin devleti vardır” diyor. Peki, ne değişiyor? TC de yıllardır aynı şeyi söylüyor. Ama bu emperyalistlerin en sadık uşağı olan aynı TC, İsrail ordusunun kullandığı mühimmat parçalarını üretiyor, enerji ihtiyacını karşılıyor, yani soykırıma ortak oluyor. Bu tablo ortadayken tanıma açıklamalarından köklü değişimler beklemek saflık değil, düpedüz suç ortaklığını perdelemektir. Çünkü bu manevralar Filistin’in kurtuluşunu değil, soykırımın üstünü örtmeyi amaçlıyor.
Siyonist İsrail İçindeki Çatlaklar
Dünyada Filistin davasına destek için yükselen eylemler yalnızca sınırların ötesinde yankılanmakla kalmıyor; İsrail toplumunda ve ordusunda da çatlaklar yaratıyor. 7 Ekim’in ardından 18 ay boyunca İsrail toplumunun çoğunluğu Gazze’ye yönelik saldırılara destek için Siyonizm bayrağı etrafında toplandı. Ancak özellikle hükümetin mart ayında ateşkesi bozma kararı almasının ardından bu birlik çözülmeye başladı.
Çatlakların en belirgini orduya katılımda. Yedek askerlerin görev almasında keskin bir düşüş var. Resmî rakamlar gizlense de sızan bilgiler bu gerçeği açığa çıkarıyor. Ordu mart ayında Savunma Bakanı Israel Katz’a katılım oranının yüzde 80 olduğunu bildirdi; oysa 7 Ekim’in hemen ardından oran yüzde 120 civarındaydı. Kan yayın kuruluşu bu rakamların çarpıtıldığını, gerçek oranın yüzde 60’a daha yakın olduğunu yazdı. Başka haberlerde ise katılım oranlarının yüzde 50’nin altına düştüğü, bazı yedek birliklerin asker toplamak için sanal medyaya başvurduğu aktarıldı. Eğer bu veriler doğruysa, bu 100 binden fazla yedeğin göreve gitmeyi bıraktığı anlamına geliyor. İşgal devleti 1982 Lübnan savaşından bu yana en yüksek ret oranıyla karşı karşıya kalmış durumda.
Askere gitmeyi reddedenlerin gerekçeleri çeşitleniyor. Çoğunluğu “gri retçi” denilen, savaşa ideolojik olarak karşı olmayan; ama uzayan savaşın yarattığı yorgunluk, moral kaybı ya da ekonomik sıkıntılar nedeniyle katılmayanlardan oluşuyor. “Esirler için Askerler” hareketi de bu gruptan doğdu. Gazze’de bir Filistinlinin evini yakma emrine uymayı reddeden askerlerin başlattığı bu girişim, bugün 220 yedek askerin imzaladığı bir reddetme bildirisi yayımladı. Hareketin temsilcisi, “Giderek daha fazla insan var ki Filistinlilerle pek ilgilenmiyor ama artık savaşın hedefleriyle de barış içinde hissetmiyor” diyerek ordu içindeki çözülmeyi dile getirdi. Açık siyasî ve ahlakî ret ise hâlâ sınırlı. 7 Ekim’den bu yana sadece 12 kişi göreve katılmayı reddettiğini duyurdu ve 30 gün hapis cezası aldı.
Katılımın düşüşündeki belirleyici sebeplerden diğeri ise ekonomik koşullar. Yedek askerlerin yüzde 48’i ciddi gelir kaybı yaşadığını, yüzde 41’i ise uzun süreli görevler nedeniyle işini kaybettiğini ya da bırakmak zorunda kaldığını söylüyor. Bu tablo, toplumda orduya ve devlete duyulan güvenin, ‘Orta Doğu’nun ortasında bulunsa da kendi halkını her türlü felaketten koruyabilecek’ şeklindeki mitin kırılmaya başladığını gösteriyor. Siyonist İsrail’in etrafına savaş ve yıkım saçarken kendi toplumunu dokunulmaz kılacağına dair inanç ciddi bir sarsıntı geçiriyor.
Bunlarla birlikte İsrail içerisindeki sokak hareketi de yükselmiş durumda. Tel Aviv sokaklarını geçtiğimiz pazar yarım milyon insan doldurdu; ancak bu eylemler Filistin’le dayanışmadan çok Netanyahu’ya karşı biriken öfkenin dışavurumuydu. Kitlenin talepleri, rehinelerin serbest bırakılması ve savaşın sona erdirilmesi yönünde olurken, Gazze’deki soykırıma dair tek bir söz dahi edilmedi. İsrail toplumunun büyük çoğunluğu savaşı “Netanyahu’nun savaşı” olarak görüyor, fakat Filistin halkının katledilmesiyle, işgalin sürmesiyle ya da Batı Şeria’nın ilhakıyla bir sorunları yok. Bu çelişkili ruh hali, “protesto haftası” kapsamında yapılan geniş çaplı eylemlerde daha da görünür hale geldi. Esir ailelerinin çağrısıyla sabahın erken saatlerinde Tel Aviv’de “Tutuklular Meydanı”nda oturma eylemleri başladı, ardından genel grevler, yürüyüşler ve yol kapatma eylemleriyle devam etti. Kudüs girişindeki otoyollar trafiğe kapatıldı, Tel Aviv’in kuzeyinde kavşaklar tutuldu. Siyonist Histadrut Sendika Federasyonu, resmî bir grev çağrısı yapmadığını vurgulayarak ailelerin yanında durduğunu açıkladı ve katılmak isteyen işçilerin haklarının ihlal edilmeyeceğini belirtti. Bu tablo, savaş karşıtlığının yükseldiğini gösterse de Filistin’e, işgale, soykırıma değil yalnızca kendi kayıplarına odaklanan sınırlı bir isyanın ifadesi olmaktan öteye gidemiyor.
Bununla birlikte işgal ordusu içindeki intiharların arttığını görüyoruz. 7 Ekim’den bu yana farklı dönemlerde gündeme gelen intiharlar ağustosta 17’ye ulaştı; bunun 7’si sadece 2025 Temmuz’unda yaşandı. Bu, toplumun ve ordunun savaşın hedeflerine güvenmediğinin çarpıcı bir ifadesi. İşgal devleti bu haberleri karartmaya, retçileri ise yargılamamaya özen gösteriyor. Çünkü retçilerin cezalandırılması, işgal devletinin kuruluşundan bu yana propagandasını yürüttüğü “halkın savaşı” imajını tümden çökertecek.
7 Ekim’de “birlikte kazanacağız” diyerek Siyonist bayrak etrafında saf tutan kitle bugün dağılmış durumda. Orduya katılımın düşmesi, derinleşen ekonomik kriz, intiharların artışı ve Netanyahu’ya karşı yükselen protestolar, işgal devletinin temellerini sarsıyor. Bir zamanlar yenilmezlik ve birlik mitiyle ayakta duran bu rejim, şimdi meşruiyet krizinin girdabında hızla çözülüyor. Önümüzdeki dönem, çatlakların büyüdüğü, işgal devletinin içten içe çürüyerek parçalanmaya doğru sürüklendiği bir süreç olacak.
Ses Vermek Yetmez, Direnmek Gerek
Filistin’de süren direniş ve işgal devletinde derinleşen meşruiyet krizi, dünyanın dört bir yanında yankı buluyor. Savaşın, işgalin ve katliamların ortasında yalnızca siyaset değil, sanat ve kültür alanı da sessizlik ile tavır almak arasında bir sınavdan geçiyor. Bu sınavda kimi sanatçılar sessizliği tercih ederken, kimileri Filistin halkının sesine ses katıyor, işgalin teşhir edilmesinde rol oynuyor. Böylece sanatın dili, yalnızca estetik bir ifade olmaktan çıkıp siyasal bir tutuma dönüşüyor.
Bu süreçte bazı ünlüler Filistin halkıyla dayanışma mesajları yayınlayarak işgale, ablukaya ve soykırıma karşı net tutumlarını açıkladılar. Elbette onların sözleri nihayetinde apaçık bir gerçekliğin dile gelmesinden ibaret. Ancak yine de egemen kılınmak istenen sessizliğe karşı güçlü bir ses niteliği taşıyor. Sanatçılardan gelen bu destek, Filistin halkının yalnız bırakılmadığını göstermesi açısından önemli.
Ne var ki asıl gerçeği söylemekten geri durmamalıyız: Gerçek direnişin, karşı koyuşun ya da protestonun eyleme geçmek, eyleme geçirmek; ateşlenen silaha, işgal topraklarını çiğneyen postala, soykırımı görmezden gelen gözlere, ilhak gerçeğine dudak büken “Filistin’i tanıma” siyasetine isyan bayrağı açmak, İntifadaya alkış tutmak ve onu kendi devletine karşı geliştirmek olduğunu söylemeliyiz. “İnsan olmak” adına ses çıkaranlar, insanlığı kurtarmak için mücadele etmek, hatta savaşmak gerektiğini anlamadıkça, insanlığı yerle bir edenlerin “zafer çığlığı” boğucu olmaya devam edecektir.
Filistin’de yükselen direniş, yalnızca bir halkın özgürlüğü için verilen mücadele değildir. Bu direniş, emperyalizmin ve Siyonizm’in dayattığı sahte düzenin temellerini sarsan, dünyanın dört bir yanında halklara “başka bir yol mümkündür” diyen bir işaret fişeğidir. Gazze’nin enkazı altından yükselen öfke ve umut, bugün Güney Amerika’da, Avrupa’da, Asya’da yankılanıyorsa, bunun nedeni Filistin’in haklı savaşının insanlığın ortak kurtuluş davasına dönüşmesidir.
Bugün bize düşen, bu haklı öfkenin ve haklı savaşın kendi coğrafyalarımızda da yankı bulmasını sağlamaktır. Filistin halkının intifadası nasıl ki işgale ve soykırıma meydan okuyorsa, her ülkenin halkı de kendi devletlerinin savaş politikalarına, emperyalizme ve sermayeye karşı aynı cesaretle meydan okumalıdır. Çünkü kurtuluş yalnızca “insan olmak” adına ses çıkarmakla değil, insanlığı boğan bu düzeni yıkmak için örgütlü mücadeleye atılmakla mümkündür.
Bu nedenle Filistin direnişinden çıkarılacak en büyük ders şudur: Özgürlük ancak emperyalizme karşı savaşarak, sömürüye ve işgale karşı durarak, sermaye düzenini aşarak kazanılabilir. Buradan yükselen çağrı, yalnızca dayanışma değil, aynı zamanda kendi intifadamızı, kendi direnişimizi yaratma sorumluluğudur. Bugünün dünyasında gerçek enternasyonalizm, yalnızca “Filistin özgürdür” demekle değil, işçi sınıfının sosyalizm için mücadelesini büyüterek Filistin’in kurtuluşuyla buluşturmakla mümkündür.