Bir döneme anti-komünist çizgisi ile damgasını vuran İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher “Güçlü olmak hanımefendi olmaya benzer. Birilerine öyle olduğunuzu söylemek zorundaysanız öyle değilsinizdir” sözü Tayyip Erdoğan ve faşist diktatörlüğün gerçekliğine oldukça uygun düşüyor. Sürekli “ne büyük bir devlet olduklarını”, “güçlerinin sınanmaması gerektiğini”, “yedi düvele meydan okuyacak kudrette olduklarını” adeta her dış ve iç politika sorununda tekerleme gibi kürsüde haykırıyor. Faşist Erdoğan ve şürekâsı, tekerleme gibi sürekli ne kadar güçlü ve büyük olduklarını her fırsatta dile getirip, iddialı sözlerle çıkışlar yaparken bağlı, bağımlı ve uşaklık ötesinde ilişkiye giremeyeceği emperyalistlerle masaya oturduğunda bu güç ve kudret “güneş görmüş kar” gibi erimekte, gerçeklikleri ortaya çıkmaktadır.
Suriye politikasında ABD adına daha fazla rol alma adına, ABD ile dahi gerginliği göze alan ama her defasında süngüsünü ışık hızıyla düşüren; Rusya’yı ABD emperyalizmine karşı pazarlık aracı yapmaya çalışırken elindeki kozları tek tek kaybeden gerçekliğini, yine kürsüye çıkıp “kendisine dev aynası” tutarak telafi etmeye çalışmaktadır. Her çelişkide ve soruna müdahale de güçlü olduğu vurgusuyla yola çıkıp aslında öyle olmadığını ispatlayan bir konuma düşmektedir. ABD’den izin almaksızın Suriye’de tek bir adım atamayan, son noktada belirlenmiş sınırlara dayanıp “dur” denilen noktada “mızmızlanarak” da olsa durmaya mahkum olan bir çizgisi ve zorunluluğu, bölgedeki her gelişmede apaçık ortaya çıkmaktadır.
RİYAKARLIK, KRALDAN DAHA KRALCILIK, NATO’YA ELPENÇE DURMAK!
NATO’nun 3-5 Aralık’ta İngiltere’de gerçekleştirdiği liderler toplantısı öncesi, Tayyip Erdoğan ve şürekâsı NATO gündemlerine dair yine büyük sözlerle yola çıkmış, ancak toplantı sona erdiğinde büyük sözlerinin sadece suya yazılmanın ötesinde bir anlamı olmadığı ortaya çıkmıştır.
Tüm iç ve dış politika koordinatlarını Kürt düşmanlığı üzerine kuran faşist diktatörlük, NATO toplantısına da bu gündemle gitmiştir. NATO’da “YPG’nin terör örgütü olarak kabul edilmesi”ni öncelemiş, hatta bunun olmaması durumunda NATO’nun genişlemesini de içeren “Baltık Ülkelerini Savunma Planı”nı veto edeceği tehditlerini savurmuştur. Baltık Ülkelerini Savunma Planı’nın, Rusya’yı kuşatma siyasetinin bir parçası olduğu ve NATO için hayati önemde olduğunu bile bile bu açıklama yapılmıştır. Ancak zirvenin sonunda “YPG konusunda NATO müttefiklerinin farklı düşündüğü ve bir sonuç çıkmadığı” ilan edilirken, Baltık Savunma Planı veto tartışmalarını gündem dışı tutarak onaylanmıştır. Faşist diktatörlüğün, NATO içindeki etki düzeyi sadece bu kadardır.
Faşist diktatörlüğün sözcüsü Tayyip Erdoğan, NATO toplantısında sadece bunu onaylamamıştır. ABD’nin Çin’le ticaret savaşına destek olacak NATO kararına da imza atmıştır. Almanya ve Fransa, ABD’nin Çin’e karşı başlattığı bu mücadelede temkinli tutumunu kaldırması da dikkat çeken bir başka nokta olarak kaydedilmelidir. Yine yakın “dostu” Rusya’nın tehdit olarak kabul ettiği NATO bütçesinin arttırılması kararına da el kaldırmıştır.
Tayyip Erdoğan, Suriye ve Rojava’da işgalci konumuyla büyük ve keskin çelişkilerin bir parçası olmayı göze alırken, oluşan bu tabloda NATO’nun varlığına ve misyonuna yönelik tartışmalara üst perdeden girmeyi de ihmal etmemiştir. Her fırsatta AB, NATO vs’yi sorgulayıp misyon tartışması yapan Tayyip Erdoğan, Macron’un “NATO’nun beyin ölümü gerçekleşti” çıkışına “asıl sizin beyin ölümünüz gerçekleşti” diyerek keskin bir NATO’cu kesilmiştir. Yine Tayyip Erdoğan Almanya, Fransa ve İngiltere gibi Avrupalı efendileriyle dörtlü zirve gerçekleştirmiş ve ne kadar verimli bir toplantı yaptıklarını ve bunun devamının geleceğini de ilan etmiştir. “Batılı emperyalist” güçlere karşı her çıkış yalancıdır, sahtekarcadır ve bir uşağın acizliğinin ötesinde değildir. Tayyip Erdoğan’ın bir uşağa yakışan bu tutumları adeta bir döngü gibidir. Süreklidir, kararlıdır, istikrarlıdır.
NATO gündemli gelişmelerde Tayyip Erdoğan ve faşist diktatörlüğün, önlerine sunulan planlara olabildiğince uyumlu olan hali dışında, NATO’nun hala “Batı emperyalistleri” için kolay vazgeçilir bir ittifak olmadığı 3-5 Aralık toplantısında görülmüştür. ABD emperyalizmi bu toplantıya ağırlığını koymuş, Çin ve Rusya siyasetinde geçici de olsa istediğini koparmıştır. ABD’nin gerileyen bir güç olmasına rağmen hala emperyalist güçler içinde etki düzeyinin belirleyici konumda olduğu görülmektedir. AB emperyalistleriyle ABD arasındaki ilişki ve çelişkide ABD hala belirleyen konumdadır. Ancak bu güçlerin direnci sürekli artmakta, güç dengeleri ve ilişkileri ise ABD’nin planlarını bozacak düzeye getirmemektedir. Bu dengenin bir süre daha devam edeceği, özellikle emperyalist sistemin hem politik hem de ekonomik düzeyde yaşadığı krizin yarattığı kaygının birbirlerine belli bir dönem daha güçlü şekilde ihtiyaç duymayı dayattığı görülmektedir. Ancak aynı krizli durumun çelişkileri keskinleştirmesi ve gerginlikleri arttırması ise kaçınılmazdır. Krizin üstesinden gelinemeyen her anlaşma ve uzlaşma daha keskin çatışma ve gerginlik anlamına gelmektedir. Bu gerçeklik, emperyalistlerin uşağı yarı-sömürge yarı-feodal ülkelere yönelik politik yaklaşım içinde geçerlidir. Bu ülkelere verilen küçük tavizler, krizin büyümesine paralel tahammülsüzlük eşiğini düşürecektir.
KOLEKTİF HIRSIZLIK, HIRSIZLAR ÇETESİNDE YARILMA!
Türk hakim sınıflarının dış politikadaki gelişmeler her ne kadar esas gündemini oluştursa da iç çatışma ve yarılmalarda boyut kazanmaktadır. Özellikle AKP ve Tayyip Erdoğan kliği, kendisini zayıf düşürecek her girişimi henüz başlangıç aşamasında boğma siyasetini öncelemektedir. Tayyip Erdoğan Davutoğlu’nun “gözbebeği” Şehir Üniversitesi’ni adeta ablukaya almış ve kendisinden kopan güçleri bunun üzerinden yıpratmaya çalışmaktadır. (Devlet desteği olmadan yaşayamayacağını ilan eden Şehir Üniversitesi aynı zamanda Türk burjuvazisinin bürokratik karakterini ve yapısını da göstermesi açısından oldukça dikkate değerdir) Tayyip Erdoğan, atadığı Başbakanı, maliye ve ekonomiden sorumlu bakanları “hırsızlıkla” suçlama noktasına gelmiş ve hırpala siyasetinde pişkince el yükseltmiştir. Bu durumun egemen sınıf klikleri arasındaki çatışma ve gerginliğe benzin dökeceği, çatışmaların tırmanarak artacağı anlamına gelmektedir.
Faşist diktatörlük iç ve dış politikada krizli yapısı, ekonomide tüm “büyüme” verilerine rağmen gizleyemediği kriz durumu onu Kürt ulusuna, işçi ve emekçi sınıflara karşı daha pervasız saldırı konumuna sokmaktadır. Durmaksızın artan vergiler, alım gücünün emekçiler için günden güne erimesi, küçük üreticinin kriz içinde debelenmesi, Kürt ulusuna içeride ve dışarıda imha ve inkar dayatması, kadın cinayetlerinin bir toplumsal cinnet halinde vuku bulması, ezilen inançlara yönelik yok sayma, gençliğin umutsuzluk girdabı içine sürüklenmesi biriken öfke ve yığılan çelişkiler anlamına gelmektedir. Bu noktada oluşan bu çelişkileri sakinleştirecek, bunu terbiye edecek bir yaklaşım emekçiler için öldürücü bir şekilde faşizmin pençelerine mahkum kılınmak anlamına gelmektedir. Özellikle halk safları içinde parlamentarist güçlerin etkisi ve izlediği politik çizgi faşizmin saldırgan politikasında mücadeleci güçlerin ayağında pranga durumundadır. HDP’nin kendilerini bir bardak suda boğmaya hazır olan tescilli katil ve faşist Devlet Bahçeli ile muhabbetleri, “sine-i millet tartışması” yapanları adeta linç etme girişimleri ve atanan kayyumlar içinde “neden kadın yok” şekline bürünen küçük düşürücü sorgulama biçimleri ve bir bütün mahkum ve biat eden siyasi çizgi içinde erken seçim çağrısı yapacak kadar uç noktalara savrulan durumu mücadeleyi keskinleştirmede sakinleştirici etki yaratma ereklidir. Bu reddedilmeli, mahkum edilmelidir.
Komünistlerin görevi faşizme karşı mücadeleyi keskinleştirmek, mücadeleyi keskinleştirmenin önünde engel olan ideolojik tutumlara karşı keskin bir ideolojik mücadele hattı örmektir. Zira dünyada yaşanan gelişmeler, halk hareketlerini ortaya çıkaran zemin ve koşullar ülkemizde de söz konusudur. Bu durum çelişkilerin büyümesi, harekete geçme arayışı içinde olan geniş kesimlerin varlığına delalettir. Buna hazır olmak, bu dalgayı karşılayacak konumlanış, düşünsel yaklaşım, ideolojik tutum ve politik hazırlık elzemdir. Yönelim ve ele alışımız devrimci silahlı savaşımın ivme kazanmasını sağlayacak, iktidar perspektifli mücadeleye odaklanacak bir duruş ve tutum olmalıdır, olacaktır.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 12 Aralık 2019 tarihli 50. sayısından alınmıştır.