Londra’da düzenlenen 70. yıl zirvesi tartışmaların gölgesinde gerçekleşti. Kapitalist sistemin içinde bulunduğu kriz hali NATO’ya da yansımış durumda. 70 yıldır dünya halklarına kan kusturan, ABD’nin elinde zorbalık asası olan NATO, bugün tartışmaların odağında. Dünya jandarması olarak emperyalistler arasındaki bağlayıcılığını da yitirdi. Kuşkusuz ki bunda en önemli faktör NATO’yu bir ihtiyaç olarak ortaya çıkaran koşulların bugün büyük oranda ortadan kalkmış olmasıdır. Emperyalistler arası çelişkilerin derinleşmesiyle birlikte hegemonya krizi de baş gösteriyor. ABD’ye ve politikalarına her zamankinden daha çok kafa tutulur noktaya gelindi. Bu da yarım asırdır ABD hegemonyasının baskısı altında olan AB tarafından yapılıyor. NATO’nun varlığı ve geleceğini tartışmaya açan bu durum aynı zamanda emperyalistler arası NATO benzeri yeni bir örgüt ya da NATO’nun sürece göre yeniden düzenlenmesini koşulluyor. Her ikisi de yakın geleceğin ürünü olmaktan uzak olgulardır. “Beyin ölümü” ilan edilse de NATO, ABD için kullanışlılığını sürdürüyor. Fakat Londra Zirvesi birliğin ve anlaşmanın değil mevcut çelişkilerin daha açığa çıktığı bir zirve olmasıyla NATO tarihine yazılmış oldu. Bu genel çerçevede NATO’nun tarihsel sürecine, bu süreç içinde dönemsel olarak değişen misyonuna ve bugünkü duruma dair bir inceleme yapmak yerinde olacaktır.
TARİHSEL ARKA PLAN; NATO’YU DOĞURAN KOŞULLAR
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı bir yandan dünya pazarının yeniden paylaşımı iken aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizini aşmak için meta ve sermaye kıyımı idi. Diğer yandan ise sosyalizmin bertaraf edilmesi amacını da taşıyordu. Bu nedenle Hitler ve Nazizim’e “karşı” olan emperyalistler ona alttan alta her türlü desteği sunuyordu. Nazilerin Stalingrad’da durdurulup Berlin’e doğru kovalanması sürecinde emperyalistler maske değiştirdi. Avrupa’yı Sovyetlerden (sosyalizmden) korumanın telaşına düştüler.
Sosyalizmin yenilgisi beklenirken tam tersi bir süreç yaşandı. Sosyalizm, 1949 Çin Devrimiyle daha da güçlendi. Devrim ve sosyalizm dünya ülkelerine yayılmaya başladı. Dünya ideolojik, siyasi, ekonomik ve kültürel olarak iki ayrı güce bölündü. Bu sosyalizm ve kapitalizm arasındaki rekabetin ve savaşın keskinleşmesi anlamına geliyordu.
2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan hakim güç olarak çıkan ABD, sosyalizme karşı dünya jandarmalığına soyundu. Bir yandan savaşta yıkılan Avrupa’yı güçlendirmek diğer yandan sosyalizmin güçlenmesini ve diğer ülkelerin etkilenmesini engellemekte kendini sorumlu görüyordu. Bu durum aynı anda hakim güç olarak kendi sistemini kurması açısından da aradığı fırsatı sunuyordu.
Daha savaş bitmeden ABD emperyalizmi Truman Doktrini ile sosyalizme karşı yeni bir savaşı başlattı. Paylaşım savaşı emperyalist rekabette hakim güç olarak ABD’nin konumunu güçlendirdi. ABD, Bretton Woods sistemiyle ekonomik alandan başlayarak, kendi dünya sistemini kurmaya başladı. Bu kapsamda IMF ve DB kurularak dünya ekonomisini kendisine tabi kılmanın araçlarını oluşturdu.
İlk hedeflerden biri kapitalist sistemi onarmak ve Avrupa’yı ayağa kaldırmaktı. Avrupa’daki meta ve sermaye kıyımı Avrupa’yı ekonomik olarak zayıflatmıştı. Bu durum sosyalizmin hızlı bir şekilde Avrupa’ya sirayet etmesine olanak sunuyordu. Nitekim Doğu Avrupa ülkeleri birer birer sosyalist sisteme dahil oluyordu. Bunu durdurmanın en önemli yolu Avrupalı emperyalistlerin hızlı bir şekilde toparlanmasından geçiyordu.
Mesele Avrupa’yla sınırlı değildi. Sovyetlerin Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya başta olmak üzere Latin Amerika, Afrika ve Asya ülkelerine doğru etki dalgasının büyümesi söz konusuydu. Dünya pazar alanlarının sosyalizme geçişi demek kapitalist-emperyalist sistemin sonu demekle eş anlamlıydı.
Dolayısıyla “soğuk savaş” olarak nitelendirilen olgu özünde sınıf savaşımının, dünya ölçeğinde kapitalizm ve sosyalizm arasındaki savaşın varlığıydı. Kruşçev revizyonizmine dek kapitalizm ve sosyalizm arasında savaş söz konusuyken Kruşçev revizyonizmiyle durum tersine kapitalist rekabete dönüştü. Sosyalizm, Sovyet Rusya’nın kapitalistleşmesi sürecinde bir araç olarak kullanıldı.
ABD’nin hakim güç olma ve sosyalizmi bertaraf etme politikasının en önemli ayaklarından birini kuşkusuz ki askeri alan oluşturuyordu. Avrupa güçlendirilirken aynı zamanda ekonomik siyasi ve askeri olarak tahakküm altına alındı. Almanya’nın silahlanması ve ordu kurması uzun bir süre yasaklandı. Aynı durum İspanya için de geçerliydi. Bu tahakkümün ABD’nin hakim güç olmasında önemli bir rolü vardı. Fakat öte yandan sosyalizm tehlikesi söz konusuydu. Bu tehdide karşı hem emperyalist devletlerin hem de yarı-sömürgelerin harekete geçirilmesi gerekiyordu.
Monroe Doktrini gereğince ABD, Avrupa’ya müdahil olmuyor Amerika kıtasını esas alıyordu. Mevcut durum; ABD emperyalizminin gelişmesine paralel yayılma isteği, 2. EPS sonrası hakim güç olma fırsatının doğması ve sosyalizm dalgası yüz yılı aşkın ABD politikasına yön veren doktrinin artık aşılmasını gerektiriyordu. Ve bu hiç de zor olmadı. Bir yasa tasarısının hazırlanıp kabul edilmesiyle engel aşıldı. Bretton Woods sistemiyle dünya ekonomisinde kurulan ABD egemenliği, NATO’nun kurulmasıyla askeri alana da taşındı.
NATO’NUN KURULUŞU VE GENİŞLEMESİ
NATO, Sovyetler Birliğine ve sosyalizme karşı ideolojik, politik, ekonomik alanda topyekûn karşı konulması, savaş açılması, onun durdurulması ve bertaraf edilmesi için kurulmuştur. NATO, sosyalist olan, sosyalizme ilgi duyan ülkelere, devrimci-komünist örgütlere, ulusal kurtuluş mücadelelerine ve NATO’nun tahakkümüne karşı çıkan ülkelere karşı darbeler, işgaller, iç savaşlar, kontra faaliyetler, işkenceler, katliamlar tezgahlayan ve bizzat hayata geçiren devasa bir askeri örgüttür. Latin Amerika’dan Asya’ya, Avrupa’dan Afrika’ya dünyanın dört bir yanında ezilen halklara kan kusturmuştur.
Ortak tehdit olarak görülen Sovyetlere ve Sovyet saldırılarına karşı emperyalistleri askeri bir örgütlemeye iten nedenlerden biri de Sovyetlerin atom bombasına sahip olduğu açıklamasıdır. Bunun anlamı nükleer caydırıcı güç olarak ABD’nin üstünlüğünün yerle bir olmasıdır. Dahası Sovyetlerle emperyalistler arası güç dengesinin eşitlenmesi söz konusuydu. Bu durum, emperyalistlerin aralarındaki çelişkileri, savaşın yarattığı düşmanlıkları bir kenara bırakıp askeri bir örgütlenmede toplanmayı zorunlu kılıyordu. Zira söz konusu olan devletlerin varlık yokluk meselesinden ziyade savundukları kapitalist sistemin varlık yoksul meselesiydi. Yenilmesi gereken Sovyetler şahsında doğrudan sosyalizmdi. Bu anlamıyla “soğuk savaş” denilen olgu ekonomik, siyasi, kültürel, askeri her alanda yürütülen ideolojik mücadelenin ta kendisiydi. Sovyetlerin de ekonomik, siyasi ve askeri alandaki hızlı gelişimi dengeleri sosyalizm lehine değiştiriyordu. Bu değişimin engellenmesi ve kapitalizm lehine dondurulmasının askeri alandaki adı NATO oldu.
17 Mart 1948’de Brüksel’de ABD, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Luxemburg bir araya gelerek Sovyetlere karşı ortak askeri bir örgütlenme üzerine görüşmelere başladı. Eylül’e kadar süren görüşmeler sonrasında Batı Birliği Savunma Örgütü kuruldu. Böylece NATO’ya giden yolun ilk basamağı Brüksel Anlaşması’yla atılmış oldu.
4 Nisan 1949’da Washington’da, Brüksel Anlaşması’nın taraflarıyla Kanada, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda toplanarak Kuzey Atlantik Anlaşmasını (NATO) imzaladılar. Böylece 12 üyeli NATO kurulmuş oldu. Daha sonraki yıllarda ekonomik ve politik değişimlere ve ABD emperyalizminin ihtiyacına paralel NATO üye sayısı 26’ya çıkarıldı. 1952’de Sovyetlere karşı “kanat ülke” olarak Türkiye ve Yunanistan üye yapıldı. 1954’te de Batı Almanya dahil edildi. 1980’de sadece sivil alan olmak kaydıyla İspanya’nın da katılmasıyla üye sayısı 16’ya çıktı.
Rus Sosyal Emperyalizmi’nin çöküşüyle birlikte Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerini kapitalist sisteme dahil etme, buraları Rusya’dan tamamıyla koparma, Rusya’yı da kuzeye hapsetme amacıyla NATO bir araç olarak kullanıldı. Bu kapsamda NATO bünyesinde 1991’de Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi (KAİK) kuruldu. Konsey Rusya’nın tepkisini çekmeden ara bir aşama olarak “eski sosyalist” ülkeleri NATO’ya dahil etme hedefi güdüyordu. Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkeleri KAİK’e üye oldular. 1992’de üye sayısı 16 NATO ülkesiyle birlikte 38’e çıktı. Kendisini “süper güç” olarak ilan eden ABD emperyalizmi Rusya’dan kopan ülkeleri tekrar Rusya’ya kaptırmak istemiyordu. Hakim güç olarak jeostratejik öneme sahip ülkeler ABD’nin bölgesel ve uluslararası çıkarları gereğince NATO’ya dahil edildi. 1999’ta Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan, 2004’te Bulgaristan, Romanya, Letonya, Estonya, Litvanya, Slovenya ve Slovakya NATO’ya üye yapıldı. Böylece toplam üye sayısı 26’ya çıkmış oldu. 2009’da da Arnavutluk ve Hırvatistan’a üyelik hakkı tanındı.
NATO’YA BİÇİLEN MİSYON
NATO’nun Sovyetler tehdidine karşı kurulması demek aynı zamanda ABD hegemonyasının dünya halklarına zorla, kanla, katliamla kabul ettirilmesi demektir. Kurulduğu dönemdeki konjonktür sosyalizmin hakimiyet alanı dünyanın üçte birine denk geliyordu. Bunun dışında ulusal kurtuluş hareketleri sosyalizmin etkisiyle gelişiyordu. Yarı sömürgelerde millileştirme furyası yaşanıyor kapitalist-emperyalist güçler ile sosyalist güçler arasında “Bağlantısızlar Hareketi” oluşuyordu. Dolayısıyla NATO’ya biçilen Sovyet karşıtlığı bir bütün olarak bunları da içine alıyordu. Kapitalist-emperyalist sistemin ve ABD hegemonyasının tesisi NATO gibi dünya jandarmalığı yapacak bir oluşumu gerektiriyordu. Sosyalist olan ve sosyalizme meyleden ülkelerin, emperyalist tahakküm altına alınmasının ve dünya halklarının kapitalizme kanalize edilmesi için uluslararası askeri bir örgüte ihtiyaç duyuluyordu. İşte, NATO’ya biçilen misyonun özü buydu.
NATO dünya halklarını tahakküm altına alma ve ABD’nin hakim güç olmasını kabul ettirme araçlarından biridir. Sosyalist olması dışında, ABD için sorun oluşturan ülkelerin hizaya getirilmesi için darbelerin, kontra faaliyetlerin, suikastların, işgallerin hemen hepsi NATO karargahlarında planlanmıştır. Bu anlamıyla NATO sosyalizme karşı savunma örgütü olmaktan çok dünya halklarına -sosyalist olsun olmasın- karşı bir saldırı örgütüdür. Nitekim Kore’den Libya’ya yapılan işgal ve müdahalelerde NATO aktif olarak kullanılmıştır ve hala da kullanılmaktadır.
Askeri güç kapsamında NATO dönemsel olarak farklı stratejiler izlemiştir. Dünya konjonktüründe değişen dengelere göre NATO stratejileri de değişmiştir. “Savunma Kararları” denilen bu stratejilerden ilki “Sınırlı Savaş Stratejisi”dir. 1952’de belirlenen bu strateji ABD hava kuvvetlerinin yetersiz olan nükleer gücünün sayısal açıdan dengelenmesi esasına dayanıyordu. TC ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmasıyla bu stratejiye göre konumlanma gerçekleşti. SSCB’nin doğudan saldırması halinde Toroslar’a kadar olan bölgede yapılan saldırıyı TC ordusunun karşılaması karar altına alındı. Yapılan toplantıda, TC’nin “Sovyetler nükleer kullandığında bizim topraklarımızda kullanacak” söylemine karşın NATO “Kürtlerin yaşadığı bölge olup onların da muhalif olduğu” şeklinde cevap vermiş ve kararda ortaklaşmıştır. “Kanat Güç” olarak görülen Türkiye’nin yarısı gözden çıkarılmıştır. Söz konusu Kürtler olmasından TC de bu yüzden gözden çıkarmayı onaylamıştır. Irkçı-milliyetçi, tekçi zihniyet burada da kendisini göstermiştir. Dönemin Türk hakim sınıfları NATO’ya dahil olabilmek için ülkenin yarısını “feda” edecek kadar uşaklıklarını göstermiştir.
Kitlesel Karşılık Stratejisi, Sovyetlerin nükleer gücüne karşılık bir savunmayı esas alıyordu. 1954’te kabul edilen bu stratejiyle Sovyetlere karşı atom bombasının kullanılması karara bağlandı. ABD, Sovyetlere etkili bir saldırı düzenleyebilmek için nükleer silahlarını yerleştireceği yarı sömürgelere ihtiyaç duyuyordu. Türkiye gibi Sovyetlere sınır olan ülkeler bu amaç için stratejik bir öneme sahipti.
Sovyetlerin nükleer gücünü geliştirmesi ABD’nin nükleer caydırıcılık konumunu nükleer denge konumuna çekti. NATO doğrudan nükleer silah kullanmak yerine diğer askeri silah ve güçlerle karşılık vermeyi ön plana aldı. “Esnek Karşılık” denilen bu stratejide “İleri Savunma Doktrini” benimsendi. Buna göre Sovyet saldırılarında esas yükü Norveç ve Türkiye’nin çekeceği haliyle yıkımı da bu ülkelerin yaşayacağı, şehir merkezlerinden uzak bölgelerde saldırıyı karşılamaya dayanıyordu. Bu doktrini FOFA ve ALB doktrinleri izledi. İleri Savunma’nın SSCB’ye avantaj sağladığı, saldırının düşman topraklarında karşılanması gerektiği görüşü ön plana çıktı. Bu kapsamda TC’nin hava kuvvetlerinin geliştirilmesi için 1988’de F-16 uçaklarının Türkiye’de üretimine başlandı.
Rus Sosyal Emperyalizminin (RSE) çöküşüyle birlikte ABD için esas tehdit ortadan kalkmış oldu. Dolayısıyla NATO’nun RSE’ye karşı konumlanışı da “Yeni Stratejik Konsept” olarak değiştirildi. Konseptin esas hedefi RSE’den kopan Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerini Rusya’dan tamamen koparmaktı. Ve bu etnik-dinsel çatışma, “terörizm”, “insan hakları ihlalleri”, bölgesel çatışmalar gibi nedenlerle teorize edildi. Başka bir ifadeyle sosyalizm tehdidinin yerini ülkelerin iç dinamikleri aldı. ABD’nin hegemonyasını olumsuz etkileyecek unsurlar olarak alt alta sıralandı, hedef tahtasına konuldu.
NATO stratejilerinin genel kapsam ve içeriğine bakıldığında teorize edilenin ne olduğundan ziyade ABD’nin ekonomik, siyasi ve askeri tahakkümünün kurulmasının esas alındığı da görülecektir. ABD’ye karşıt sürekli bir düşman unsuru yaratılmakta ve bu düşmana göre stratejiler, konseptler, doktrinler belirlenerek dünya halkları sürekli bir baskı ve zulüm altında tutulmaktadır. ABD’nin kan ve katliam üzerine hegemonyasında NATO en önemli askeri zor aracı olmuştur.
(Devam Edecek)
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 26 Aralık tarihli 51. sayısından alınmıştır.