TC devletinin uzunca bir süredir Kürt Ulusal Hareketi’yle sürdürdüğü “çatışmasızlık” süreci 7 Haziran 2015 sonrası son bulmuş devrimci-demokrat güçlere ve özelde de gerilla alanlarına dönük kapsamlı saldırılar hayata geçirilmişti. Türkiye Komünist Partisi / Marksist-Leninist Dersim Parti Komitesi (TKP/ML-DPK) Siyasi Komiseri Erol Volkan İldem (Nubar) ile 2018 yılında doğal muhabir tarafından yapılan röportajda; TC’nin halka ve özelde örgütlü güçlere dönük saldırıları, sürecin gerilla alanlarına etkileri ve gerillanın süreçteki konumlanışı, Proletarya Partisi içerisinde boy veren sağ tasfiyeci parti kaçkını anlayışın gerilla alanındaki yansımaları, düşman saldırılarının bölgedeki etkisi ve önümüzdeki süreçteki görevlere dair bir dizi konuda değerlendirmeler yer alıyordu. Sözkonusu röportajı haber değeri taşıdığından ve güncelliğinden dolayı olduğu gibi yayımlıyoruz.
– Uzun denebilecek bir süredir bu tarz bir röportaj vermemiştiniz. Röportaja başlarken bunun özel bir nedeninin olup olmadığını sormak istiyoruz.
Siyasi Komiser: Uzun süredir röportaj vermediğimiz doğrudur. Fakat bunun özel bir nedeni yok. Genel olarak politik sürece ya da gündemlere dair veya gerilla alanına ve yaşanan gelişmelere dair partimizin ve Halk Ordusu’nun yetkili organları gerek oldukça açıklamalarda bulunuyorlar. Bunlar her zaman için esastır, esas alınmalıdır. Bununla birlikte halkımıza, parti kitlemize bu şekilde ulaşmanın ayrıca faydaları olduğunun, bir beklenti olduğunun farkındayız ve bu açıdan bir eksikliği gidermek istedik.
Bilindiği gibi bir yandan sınıf mücadelesi sert bir zeminde ilerlerken diğer yandan partimiz zorlu bir sürecin içinden çıktı. Bu sürecin gerilla alanına da yansımaları oldu, oluyor. Üstelik her iki açıdan da partimizin gerilla güçlerine yönelik spekülasyonlar yapıldı. Bunları gidermek, doğrudan ulaşamadığımız kitleyle dolaylı da olsa bağ kurabilmek için bu dönemde bir röportaj yapmanın faydalı olacağını düşündük. Eminiz merak edilen birçok mesele vardır. Bunların en azından bir kısmını burada cevaplayabileceğimizi sanıyoruz.
– TC devleti bir süredir halka, özellikle de örgütlü güçlere karşı kapsamlı bir saldırı yürütüyor. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
S.K: Sizin de söylediğiniz gibi içinde bulunduğumuz süreç, faşizm açısından oldukça kapsamlı bir saldırı süreci. Bu süreci anlamak için onun gelişim seyrine, tarihine bakmak gerekiyor. Bugün birçok kesim, Erdoğan’ın ihtiraslarını, AKP ve MHP’nin politik yönelimini ortaya koyarak süreci anlamaya çalışıyor. Daha baştan söyleyelim ki bu var olan durumu anlamamak, yanlış anlamaktır. Yine ilk elden söylenmesi gereken bir başka gerçeklik, TC devletinin, Türk egemen sınıflarının ciddi bir sıkışma yaşadıkları ve bunu aşmak adına daha fazla saldırganlaştıklarıdır. Bu durum, dünyada yaşanan gelişmelerle uyum halindedir. Ve egemen sınıfların her açıdan soluksuz kaldıklarını bize anlatmaktadır.
Bu sürecin arkaplanında öncelikle bir dizi politik gelişmeyi sıralayabiliriz. Burada ilk sırayı kuşkusuz Suriye Kürdistan’ı yani Rojava’da gelişen süreç alacaktır. Hatırlanacağı gibi ABD’nin Irak işgali sonrasında Irak Kürdistanı’nda ortaya çıkan Kürt Bölgesel Yönetimi, TC devletini önemli düzeyde zorlamış, özellikle Kürt sorunu açısından iç-dış politikada değişimi dayatmıştı. Ülke içinde inkar ettikleri ve bastırmaya çalıştıkları Kürt ulusal sorunu, Kürt ulusal direnişi, sınırlarının dışında üstelik müdahale gücünden yoksun oldukları bir alanda karşılarına çıktı. Kürt Ulusal Hareketi’nin Türkiye Kürdistan’ı başta olmak üzere ülke genelinde yürüttüğü mücadele, bu gelişmeyle birlikte çok daha zorlayıcı oldu. AKP eli ile başlatılan ve “çözüm süreci” denen ateşkes sürecinde doruğuna ulaşan açılım süreçleri, Kürt sorunu konusunda TC devletinin iç politika değişimini gösteriyordu. Elbette geleneksel yaklaşım hiç terk edilmedi. Rojava’da yaşanan gelişme, kuşkusuz, sürecin ivme kazandığı nokta oldu. Çözüm süreci, TC devleti açısından yaşadığı sıkışmayı aşmak için başvurduğu politikaydı. TC devleti, Kürt sorunu konusunda bir çözüm değil ama bir çıkış arıyordu. Ulusal hareketin ortaya koyduğu kitlesel mücadele, bunun devrimci demokrat kesimlerle giderek ortaklaşması dahası 2011-12 yıllarında askeri açıdan yaşadığı zorlanma, bu sürecin gelişimi içindedir. TC devleti, aradığı soluklanma fırsatını çözüm sürecinde buldu.
Tam da bu aşamada özellikle büyük şehirleri ama nihayetinde bütün ülkeyi sarsan Gezi İsyanı ortaya çıktı. Bu dünyada gelişen halk isyanları dalgasının Türkiye’deki yansımasıydı. Gezi İsyanı, Türk egemen sınıflarının asıl korkularını açığa çıkardı. Ki hala adını kaygıyla ve hakaretle dillendirmelerinin nedeni budur. İsyanın kitleselliği, hemen hemen bütün muhalefet odaklarını eyleme geçirmesi, dahası birleştirmesi, kitlelerin mücadele potansiyelini açığa çıkarması, halkı kendi eylemi içinde eğitmesi, egemen sınıfların korkusunun nedenidir. Hareketin kendiliğindenliği, önderliksizliği, örgütsel açıdan zayıflığı, politik açıdan sınırlılığına rağmen egemen sınıflar bunun neye yol açabileceğini anladılar. Daha sonra Gezi İsyanı’nın en dinamik kesimlerinin 7 Haziran seçimlerinde ortaya koyduğu iradenin TC devleti açısından süreci tersine çeviren kırılma noktası olduğu söylenebilir. Nihayetinde faşist devlet aygıtının ve ekonomik politik açıdan zayıf olan Türk egemen sınıflarının ortaya çıkan kitle hareketini sindirebilmesi mümkün değildi.
Değinilmesi gereken bir diğer nokta, Türk egemen sınıflarının kendi içinde yaşadıkları klik dalaşının aldığı boyuttur. TC devletinin tarihi açısından bakarsak neredeyse son on yıllık süreç bu açıdan en şiddetli dönemlerden biridir. Bu süreç boyunca devlet hemen hemen tüm kurumlarıyla teşhir olmuş, 15 Temmuz 2016’da şahit olduğumuz gibi iç savaşın eşiğine kadar gelmiştir. Yapılan tüm tasfiyelere ve devletin yeniden organize edilmesine rağmen bugün bile kendinden emin bir hal yoktur. Yıpranan, teşhir olan iktidar mekanizmasını eski haline getirmeleri zaman alacaktır.
Son olarak üzerinde durulması gereken, ateşkes sürecinin bitmesiyle birlikte Türkiye Kürdistanı’nda başlayan özyönetim direnişleridir. Bu TC devletini askeri açıdan zorladı fakat daha önemlisi politik iktidar açısından bir tehdit oluşturdu. Bu direnişlerin sürdüğü alanlarda Türk egemen sınıfları egemenliklerini tehdit altında gördüler. Özyönetim direnişlerine dönük gözü dönmüş, Osmanlı mirası saldırının nedeni budur.
Bunlara eklenen yerde dünyada yaşanan gelişmeler, özellikle ekonomik olanlar vardır. 2000’li yılların başından itibaren oluşan ekonomik konjonktürün özellikle 2008 krizinden sonra tersine dönmesi… Bugün bunun sonuçlarını daha iyi görmekteyiz. Giderek artan emperyalist talan ve yağma artan yoksulluk, işsizlik, sistemin ekonomik açıdan istikrarsızlaşması… Bütün bunlar, egemen sınıfların neo-liberal sistemi olduğu gibi işletmesinin önündeki engellerdi. Sistemin taşıdığı bu çelişkileri yönetebilmek için tek çare devlet sisteminin reorganizasyonu ve halkın gelişen muhalefetinin topyekûn bir saldırganlıkla bastırılmasıydı. Örneğin Erdoğan’ın başkanlık sistemi dayatması da bununla ilgilidir. Bu bir kişinin, bir kliğin değil devletin ihtiyacı olarak anlaşılmış ve her şeye rağmen gerçekleştirilmiştir. Devletin yönetim yapısının eskisinden daha fazla merkezileşmesi hem ülke içinde açığa çıkabilecek çelişki noktalarına daha etkin müdahale hem de bununla bağlantılı olarak emperyalist sermayeye daha rahat ve istikrarlı bir hareket sahası yaratmak içindir.
Kuşkusuz iç çelişkilerin varlık zemininde ortaya çıkan, halka dönük faşist saldırganlık, dünya konjonktürüyle uyumludur. Halk isyanlarının emperyalist burjuvazi ve uşakları cephesinde yarattığı huzursuzluk dünyada neo-liberal ekonomik sistemin yaşadığı tıkanma, bunun emperyalistler arası çelişkileri keskinleştiren boyutu, bu çelişkilerin bölgesel savaşlar, iç çatışmalar şeklinde açığa çıkan politik askeri yansımaları… Halihazırda söz konusu olan emperyalist kapitalist sistemin tıkanması ve gerek kendi içinde gerekse dünya halklarına karşı her geçen gün daha fazla saldırganlaşmasıdır. İçinden geçtiğimiz süreç Türk egemen sınıflarının AKP eliyle bu durumu tolere etme, yönetme, ayak uydurma çabasının ürünüdür.
-Peki bu sürecin gerillaya dönük yüzü nasıl oldu? Devlet son iki yıldır kapsamlı askeri operasyonlar yapıyor. Ve bunun sonuçları ciddi düzeyde propaganda konusu oluyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz?
S.K: Halka karşı özellikle onun en ileri örgütlü güçlerine karşı gelişen topyekûn saldırganlığın askeri açıdan da gelişmemesi elbette düşünülemez. Daha önce de söylediğimiz gibi gerillaya dönük askeri operasyonları gözaltı ve tutuklama furyalarından, yargısız infazlardan, grev ve eylem yasaklarından vesaire bağımsız görmüyoruz. Bu anlamda TC devleti açısından her dönem hedef tahtasında olmanın dışında bir gerçeklikten bahsediyoruz. Zira sürecin askeri karakteri önceki döneme göre ön plana çıkmıştır.
Söylediğimiz gibi “çözüm süreci” esas olarak bir ateşkes süreciydi ve TC devleti bu süreçte aradığı soluklanma fırsatını buldu. Bu sözüm ona barış sürecinin TC devleti açısından savaşa hazırlık süreci olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Kalekol-karakol yapımlarının tamamlanması, ordunun özellikle operasyonel gücünün profesyonelleştirilmesi, teknik donanımının yenilenmesi ve güçlendirilmesi tüm bunlar TC devletinin savaş hazırlıklarıydı.
Ateşkes bitip savaş tekrar başladığında gerilla karşısında bir zorlanma yaşadığını söylemek gerekir. Bunda kendi içinde yaşadığı klik dalaşının da etkileri kuşkusuz vardır. 2016 sonlarına kadar esas olarak savunma durumunda kaldı. Ancak daha sonrasında karşı saldırıya geçebildi. Ve önemli düzeyde sonuç aldığını söylemek gerekir. Bilindiği gibi özellikle Dersim alanı düşmanın ciddi düzeyde sonuç aldığı bir alan oldu.
Düşmanın bu derece sonuç alması bizim açımızdan bir özeleştiri konusudur. Şunu söylemeliyiz ki düşmanın kapsamlı bir saldırı hazırlığı içinde olduğuna, bunu pratikleştireceğine dair bir öngörümüz vardı. Ancak alan önderliğimiz yani başta parti komitesi ve devamında bölge komutanlığımız kendini ve askeri gücü bu saldırıya karşı hazırlıklı hale getirememiştir. Diğer yandan düşmanın tekniğini yenilemesi, buna paralel gerillaya yöneliminde taktik değişimine gitmesi ya da kullandığı yöntemleri daha etkin pratikleştirmesi, alınan kayıpların bir diğer nedenidir. Bunları daha hızlı kavrayıp karşı taktikler yaratmamız, düne ait olanları bırakıp yeni sürece, düşmanın yönelimine uygun tarz ve taktikler geliştirmemiz gerekiyordu. Gerilla savaşının doğası, esnek yapısı buna uygundur. Ancak bunu zamanında başaramadığımız kesindir.
Düşmanın propagandasına gelince bunun düne göre çok güçlü olduğu ve aldığı sonuçlara dayandığı malum. Fakat abartılı olduğunu söylemeliyiz. Bu noktada TC devletinin derdi, bir taşla çok kuş vurmaktır. Bir yandan aldığı sonuçlar üzerinden gerilla üzerinde ilk başta yakaladığı psikolojik üstünlüğü sürekli kılmak istiyor. Bununla bağlantılı olarak halka korku vermek, silahlı mücadelenin sonuçsuz kaldığı izlenimini yaratmak, böylece halkın gerilla güçlerine, silahlı mücadeleye desteğini kesmek istiyor. Yine başarı propagandası üzerinden kendi kitle tabanını motive etmeyi, ırkçı, şoven propaganda desteğinde geniş kitleleri militarize etmeyi hedefliyor.
Özellikle teknik gücüne dair yaptığı propaganda ön plana çıkıyor. Kuşkusuz yeni silahlarının, silahlı-silahsız keşif uçaklarının savaşta kapladığı bir alan vardır. Taktik anlamda etkisini inkar etmemek gerekir, bunlar askeri açıdan savaşın seyrini etkilemiştir. Ancak burada mesele öncelikle ideolojiktir. Tam da burada Mao yoldaşın emperyalistlerin atom bombası tehdidine karşı yaptığı “emperyalizm kağıttan kaplandır” vurgusunu hatırlamak gerekiyor. Halkın devrimci gücü her türlü teknikten daha üstündür. Ve biz ideolojimizi bu güçle buluşturduğumuz ve bu gücü harekete geçirdiğimiz müddetçe düşmanı alt edebileceğimizi düşünüyoruz.
Elbette mesele, aynı zamanda askeri açıdan da değerlendirme konusudur. Bu noktada gerilla savaşının doğasına, askeri karakterine vurgu yapmak gerekir. Gerilla savaşının temel ilkelerini, mevcut savaş koşullarında güncel ve etkin şekilde uygulamak, yeni yöntemler geliştirmek, kendimizi düşmana karşı savunmada ve onu etkili şekilde vurmada sonuç yaratacaktır.
Ayrıca şunu da söyleyelim ki düşman bu süreçte birçok kayıp almasına rağmen bunları gizlemektedir. Elbette bu kayıpların artması, gerillanın daha etkin saldırılar geliştirmesi şarttır. Ve halihazırda esas gündemimiz de budur.
-Aldığınız kayıpların gücünüze etkisi nedir?
S.K: 2015 sonbaharından bu yana on dokuz yoldaşımızı savaş içinde yitirdik. Aldığımız kayıpların savaş gücümüzü, hem nicelik ama hem de nitelik açıdan zayıflattığını söylemeliyiz. Halk Ordusu bir kısım kadrosunu bu süreçte yitirdi. Ve bunun getirdiği bir zayıflama kaçınılmaz olarak var. Yitirdiğimiz yoldaşların yarattıkları değerleri kuşanma ve büyütme kararlılığına sahibiz. Aldığımız darbeler ise mücadele azmimizi ve düşmana karşı kinimizi arttırmıştır. Bu açıdan düşmanın eli boştur.
Partimiz önderliğinde yürüttüğümüz mücadelede şimdiye kadar nice yoldaşımızı yitirdik. Ancak sürdürdüğümüz mücadele, sürekliliğini onların yarattığı değerler sayesinde sağlamıştır. Bu süreçte şehit düşen yoldaşlar devrime ve halka adanmış yaşamlarını yürüttükleri mücadeleye layık bir şekilde tamamladılar. Aralarında gerillaya katılalı henüz bir yıl olmuş Ferdi ve Ekin yoldaşlar gibi çok genç yoldaşlar da vardı, Ünal yoldaş gibi yıllarını mücadeleye adamış bir parti üyemiz de. Her birinin yaşamı ve şehadeti, savaşta ve mücadelede bilincimizi keskinleştirdi. Sefkan (Özgüç Yalçın) yoldaş yaralı yakalanıp düşmana direnerek şehit düştü. Sinan (Haydar Arğal) ve Rıza (Murat Tekgöz) yoldaşlar, düşman operasyonu içinde kalan gerilla gücünün savunmasını almak için öne çıktılar ve şehit düştüler. Bakış (Samet Tosun), Hakan (Ersin Erel) ve Aşkın (Hasan Karakoç) yoldaşlar uçak vuruşlarında şehit düşen yoldaşlarının hesabını sormak için düşman çemberinin içine girdiler ve hesap sorma görevlerini yerine getirerek şehit düştüler. Çiğdem (Hasret Tanrıverdi) ve Nergiz (Gül Kaya) yoldaşlar, düşman kuşatması altında teslimiyeti reddederek canları pahasına son mermilerine kadar çatışarak şehit düştüler.
Biz bu pratikleri, bu duruşu tanıyoruz. Meral Yakar ve Ali Haydar Yıldız yoldaşlarla başlayan geleneğimiz, benzer nice örneklerle doludur. Tarihsel gelenek, kararlılık ve partiye, halka, devrime bağlılık ve militan duruş, yoldaşlarımızın pratiklerinde bir kez daha açığa çıkmıştır. Yitirdiğimiz yoldaşlar, ölürken dahi bizi çoğaltmış, mücadelemizi kökleştirmiştir.
Burada süreçte kaybettiğimiz kadın yoldaşları ayrıca anmak istiyoruz. Başta Çiğdem ve Nergiz yoldaşlar olmak üzere Özlem (Hatayi Balcı), Zilan (Esrin Güngör), Ekin (Gamzegül Kaya) yoldaşlar kadın kurtuluş mücadelesinin devrim saflarında geliştirilmesinde savaş cephesinin militanları oldular. Çiğdem ve Nergiz yoldaşlar bu açıdan öncüleştiler ve Halk Ordusu saflarında kadın örgütlenmesinin inşasında önder militanlar oldular. Bugün yarattıkları deneyim üzerinden hareket edildiği ve görevlerinin sahipsiz kalmadığı bilinmelidir.
Yine söylemeden geçemeyiz. Bu süreç, sadece gerilla gücümüzün değil Kürt ulusal kurtuluş hareketi ve diğer devrimci dostlarımızın ağır kayıplar aldığı bir süreç oldu. Elbette savaş gerçeği içinde daha nice kayıplar verilecektir. Şehit düşen HPG, MLKP, MKP, DHKP/C gerillalarını bir kez daha saygıyla anmak istiyoruz. Her biri haklılığımızın, irademizin simgesi, zafer andımız oldular. Her biri halk kahramanlığının en güzel, en yüce örneklerini sergilediler.
Onları anarken aynı zamanda emekçi halkımıza, gençliğe, ezilen kadınlara savaşa katılma çağrısında bulunuyoruz. Onları, şehit düşen yoldaşların mevzilerini doldurmaya, silahlarını ve görevlerini devralmaya çağırıyoruz. Şehit düşen her yoldaş, bu çağrının somut ifadesidir. Böyle anlaşılmalıdır.
-Peki bu süreçte düşmanın halka dönük saldırıları nelerdir? Özellikle bölge açısından durum nedir, bu konuda bilgi verebilir misiniz?
S.K: Türk egemen sınıflarının geliştirdiği saldırı dalgasını sınıf mücadelesi zemininde anlıyoruz. Bu anlamda topyekûn saldırının odağında geniş emekçi halk kitleleri vardır. Her türlü direniş odağının üzerine amansızca yürünmesi, örgütlü muhalefetin tasfiye edilmeye, sindirilmeye çalışılması, en küçük bir eleştiri ya da itiraza dahi tahammül gösterilmemesi, sömürü çarklarını rahat bir şekilde döndürme isteğinin ürünüdür. Yakın dönemde Gezi İsyanı, öncesi ve sonrası ile birlikte ele alındığında kitlelerin ayağa kalktığı, taleplerini sokakta, mücadele içinde dile getirdiği bir süreç oldu. Üstelik dünya halkları açısından bir isyan dalgasına şahit olduk. Bu emperyalist burjuvazi ve yerli uşakları cephesinde korku yarattı. Hareket, kendiliğindendi ama mevcut sistemi tehdit edecek dahası yıkacak politik zemine kavuşma potansiyeli taşıyordu. Bu durum, egemen sınıflara saldırı dozunu artırmaktan başka seçenek bırakmadı. Aslında mevcut durumda doğal bir refleks verdiler. Sürecin ülkemizdeki halk kitlelerine karşı genel yansıması da buna paraleldir. Bu süreç, ancak sistemden yana umut besleyenlerin, reformistlerin hayal kırıklığı yaşayacakları ya da şaşıracakları bir süreç olabilir.
Durum, elbette savaş bölgesinde kendine has bir karakter kazanmaktadır. Özellikle ateşkes süreci, geniş kitlelerle gerilla arasındaki bağın daha da güçlendiği bir dönem oldu. Gerillayla temasın arttığı, desteğin ve katılım isteğinin arttığı bir dönem diyebiliriz. Bu durum, TC devleti açısından korkuyu iki katına çıkardı. Zira söz konusu olan halk içinde silahlı mücadeleye, bunu yürüten güçlere dönük ilginin artmasıydı. Doğal olarak silahlı mücadelenin sürdüğü alanlarda ve özgülde Dersim’de halka karşı daha amansız bir saldırı dalgası gelişti. Tehdit, baskı, yayla yasakları, tutuklama furyaları, verilen ağır mahkumiyet cezaları, yargısız infazlar, halkla gerilla arasındaki bağı koparmaya, dahası ajan-işbirlikçilik saldırısında başarı kazanmaya dönüktür. Gerillayı kitleden koparmak, bu açıdan zayıflatmak, düşmanın savaş konseptinin temel argümanlarından biridir. Bu dönem bunun daha etkin bir uygulamasına şahit oluyoruz.
Bu saldırı dalgasının kitleler nezdinde örgütlü karşılanamadığını söylemek gerekir. Bu durum, var olan düşman baskısının halk üzerinde belli oranda sonuç almasına yol açmıştır. Fakat bunu söylerken halkı eleştirdiğimiz sanılmamalıdır. Bahsettiğimiz, yerine getiremediğimiz bir görevdir ve esasında özeleştirel bir değerlendirme yapıyoruz.
Diğer yandan ister tatlı dille ya da el koydukları belediyeler üzerinden yaptıkları sözüm ona hizmetlerle isterse baskı, tehdit, katliamlarla halkı sindirmeleri ya da teslim almaları mümkün değildir. Çünkü egemen sınıflar, halkın emeğini, alın terini gasp ederek ayakta duruyorlar. Ve bunun yarattığı çelişkileri çözme iradesine sahip değiller. Aksine her geçen gün daha fazlasını yaratıyorlar. İnsanca ve özgür bir yaşam için gerekli hiçbir talebi karşılayamazlar. Çünkü bunları onlar engelliyorlar. Çünkü baskı ve zulme karşı mücadele ve direniş, halkın yaşam koşullarından doğar. Ve Dersim halkının yaşamında, tarihinde, kültüründe bunu yaratacak, onu gerilla ile buluşturacak şartlar fazlasıyla vardır. Şu halde biz görevlerimizi yerine getirdikçe, kitlelerle daha sıkı bir şekilde temas edip mücadeleyi geliştirdikçe saldırının etki düzeyi kırılacaktır.
– Bahsettiğiniz görevler nelerdir, bunu biraz açabilir misiniz?
S.K: Bu öncelikle kitlelerle ilişkimizi geliştirme görevidir. Söylediğimiz gibi düşmanın esas hedefi, örgütlü mücadele güçleriyle ve bu açıdan gerilla ile halk arasındaki bağı koparmaktır ve düşman saldırısı belli düzeyde sonuç yaratmıştır. Bunu giderecek bir mücadele hattı tutturmak zorunludur. Biz bunu komünist parti ile halk kitleleri arasındaki bağın güçlendirilmesi ve bu konuda Halk Ordusu’nun görevleri üzerinden tanımlıyoruz. Düşmanın saldırıları, halk ile gerilla arasındaki bağı koparmaya yöneliyor. Ancak diğer yandan tek çıkış yolu olarak kitleleri devrime ve silahlı mücadeleye doğru eğitiyor. Düşmanın amacı dışında yarattığı bu zeminden faydalanmak, güçlenmek için gereğini yerine getirmek görevimizdir.
Ancak bu, görevin bir yanıdır. Bununla bağlantılı olarak kitle örgütlenmesinin, mücadelesinin güçlendirilmesi, var olanla bağlarımızı sağlamlaştırmak ve kendimizi öncülük, önderlik misyonu açısından eğitmek, yani buna hazır hale gelmek görevimizdir. Bu kitlelerle sıkı ve kaynaşmış bağlar kurarak yerine getirilebilecek bir görevdir.
Partimizin kitle çizgisi anlayışı, kitleleri bilinçlendirme, örgütleme, savaştırma görevleriyle yüklüdür. Bunlara dair yöntemi içerir. Bu noktada sadece düşmanın saldırılarına karşı mücadele görevinden değil ama aynı zamanda kitlelerin bilincini ve pratiğini sistem içine kanalize eden oportünist, revizyonist anlayışlarla mücadele etmek de görevimizdir. Bu anlamda reformizmle mücadele, sürecin öne çıkan başlığıdır. Burada genel geçer bir görevden değil, sürecin özgün bir probleminden bahsediyoruz. Yakın dönemde yükselen kendiliğinden kitle hareketi, reformist, düzen içi anlayışların daha fazla semirmesine zemin sunmuştur. Kitlelerin kendiliğinden bilinci ile daha rahat bir uyum gerçekleştiren reformizm, halkın bilincini birçok açıdan bulandırmaktadır. Özellikle seçim sürecinde canlanan muhalefet dinamiğinin seçim sandıklarına sıkışması, bunun sonucudur. Mevcut durumdan kurtulmak için, AKP’nin sandıkta yenilmesi, neredeyse tek alternatif olarak kitlelere sunulmaktadır. Bu anlayışın kitle üzerindeki etkisi, bizim görevlerimizi yerine getiremememizle ilgilidir. Partimiz, bunu aşacak bir mücadele hattı tutturmakta kararlıdır. Reformizm, kitle mücadelesini sistem içine hapsederek kitlelerde devrim bilincinin gelişmesini engelleyerek ya da bunu bulandırarak düşmanın saldırılarına paralel bir hat izlemektedir. Bu açıdan kitlelere bilinç taşımak, devrime kanalize olmuş bir kitle mücadelesi yaratmak açısından görevdir.
Böylesi dönemlerde sınıfsal, siyasal, sosyal, kültürel, ulusal ve inançsal temelde saflaşmış bir kitle gerçekliği söz konusudur. Aynı zamanda egemen sınıfların politik krizinin yarattığı ortamda ciddi bir politize olma hali söz konusudur. Bu durum sistemi reddeden anti-faşist, anti-emperyalist ve anti-feodal temelde oluşan güçlü bir muhalefet damarı anlamına gelmektedir. Ancak bu tabloda oluşan değişim istem ve talebinin bulanıklaştığı, kafa karışıklığının derinleştiği, yıkmada net ancak neyi inşa edeceği noktasında kararsızlığın büyük olduğu bir tablo vardır. Bu iktidar bilinçli bir tutumun, politik çizginin ve yönelimin sistemli bir şekilde karartılması hatta “taktik” adı altında silikleşmesi kuşatması ile bir tehlike altındadır. Bu yaklaşım özellikle liberal-burjuva yaklaşımların, reformist tutumların ve devrimci çizgi ile reformist çizgi arasında yalpalayanların yarattığı bir kuşatmadır. Son seçim süreçlerinde bu çizginin üretildiğini, bir hat haline getirilmeye çalışıldığını söyleyebiliriz. Kitlelerin örgütsüzlüğü ve dağınıklığı ne kadar gerçekse politize olma hali de o kadar gerçektir. Bu tabloda kitlelerin politize olma durumu bizim kaldıracımız, örgütsüzlüğü ve dağınıklığı ise ortadan kaldırılması gereken bir görevimizdir. Bunun nasıl ve hangi yaklaşımla olacağı ise hayatı önemdedir. Bu bağlamda biz tayin edici meselenin iktidar perspektifi olduğunu biliyoruz. Diğer bir mesele ise kitlelere ısrar ve kararlılıkla gerçeği anlatmak, doğrunun altını çizmek ve hızla doğruyu sahiplenmesini sağlamaktır. Seçimler böylesi politik krizlerin olduğu dönemlerde kitlelere iktidar bilincini taşıma olanaklarını sunacağı gibi, sistemle kurulan karşıtlığın devrimci kanala akıtılması görevini belirginleştirir. Boykot tavrının politik geçerliliği ve kitlelere doğru yönü gösteren niteliği tam da burada biçim alır. Biz “kitleler hazır” değil “kitlelerle ilişki kurma” gibi gerekçelerle böylesi süreçlerde meclisin ve sandığın adres gösterilmesini kitlelerin beslendiği devrimci politik iklime yabancılaşma olarak değerlendiriyoruz. Son süreçlerde seçimlerle kitlelerin devrimci istemlerin reformist bir hatla kuşatılmasına karşı keskin ideolojik mücadele ve doğru politik tutumda ne pahasına olursa olsun ısrar gerektirdiğinin altını çizmek istiyoruz.
Öte yandan bunlarla bağlantılı olarak silahlı mücadelenin mevcut koşullarda geliştirilmesi, var olan saldırı dalgasının kırılması açısından önemlidir. Gerillanın aldığı kayıpların ve düşmanın geliştirdiği propagandanın halkımız üzerindeki etkilerinin farkındayız. Bu açıdan hem operasyonların boşa çıkarılması hem de karşı saldırının geliştirilmesi, yani her türlü söylemin ötesinde doğrudan pratiğin kendisi kitlelerin bilincinde karşılık bulacaktır. Bu silahlı mücadelenin kitleler açısından bir çekim merkezi olması için de gereklidir. Hem düşmanın abartılı propagandasının altının boşaltılması hem de adım adım gelişecek eylem çizgisiyle düşmanın askeri saldırısının kırılması bizim açımızdan bir görevdir.
Bahsini ettiğimiz bu görevleri birbiriyle bağlantılı olarak anladığımızı belirtelim. Gerilla güçlerimiz de sürecini buna uygun örgütleme çabası içindedir.
– Başka bir konuya geçmek istiyoruz. Partiniz sağ tasfiyeci hiziple mücadele sürecini geride bıraktı. Bu sürece dair neler söylemek istersiniz?
S.K: Bu sürece dair partimizin yürüttüğü bir tartışma vardır. Bunun sonuçları ortaya çıktığı oranda parti dışına, halkımıza, devrimci demokrat kamuoyuna sunulmaktadır. Elbette öncelikle söylememiz gereken, bunların esas alınması gerektiğidir. Partimizin sürece dair yaptığı açıklamaları esastır.
Yaşanan sürecin özeti, genel planda parti anlayışımızın, parti çizgimizin, küçük burjuva oportünizminin saldırısına uğraması ve bu saldırıya parti anlayışı ve çizgisi doğrultusunda verilen cevaptır. Nihayetinde partimiz, yoluna devam etmektedir. Biz bu süreci, sınıf mücadelesi zemininde değerlendiriyor ve revizyonist reformist anlayışların parti saflarındaki yansıması olarak görüyoruz. Ancak tartışmamız, parti saflarında ortaya çıkan ve kendini bir hizip olarak örgütleyen anlayışla da sınırlı değildir. Ortaya çıkan hizip, nihayetini parti ve savaş kaçkınlığıyla karakter buldu. Sınıf mücadelesi içinde bir varlık gösterip göstermeyecekleri zamanla belli olacaktır. Tartışmamızın esası, parti saflarında bu tarz anlayışların gelişme zemini bulmasına yol açan nedenlerdir. Sürecin parti çizgimiz ve mücadele pratiğimizle, ideolojimizle, sınıf mücadelesi ile ilişkimizde sorgulanması ve çözümlenmesi gerekiyor. Partimiz bu tartışmanın altından kalkacak çapa ve netliğe sahiptir. Öte yandan böylesi süreçlerin yabancısı olmadığımız da biliniyor. Lenin yoldaş, Bolşevik Parti’nin güçlenmesinin burjuva oportünizmine karşı mücadele ile olduğu kadar küçük burjuva oportünizmine karşı mücadele etmekle mümkün olacağını söylemişti. Tartışmalarımızı tamamladığımız oranda bu sürecin deneyim hanemize yazılacağını düşünüyoruz. Bu deneyim kendisini pratik olarak da gösterecektir.
Burada ayrıca değinmek istediğimiz, gerilla alanının “geçici hizip” tarafından spekülasyon konusu yapılmasıdır. Sağ tasfiyeci hizip, “gerillanın kendi saflarında olduğunu” söyleyerek parti kitlemizi manipüle etmeye çalışmıştır. Silahlı mücadele ya da gerilla ile alakası olmayan bu güruh, saflarımızdaki bir geriliğe yaslanmak istemiştir. Bahsettiğimiz gerilik ya da olumsuzluk, gerillayı merkeze alan, partinin üstünde ya da önünde gören bakış açısıdır. Bu bakış açısının partimizde yarattığı tahribat, tarihsel deneyimlerimizden bilinmektedir. Bu bakış açısının izlerini partimiz saflarından silmek zorundayız. Gerilla, Halk Ordusu, parti önderliğinde olduğu müddetçe bir güçtür. Dahası, böylesi bir süreçte gerilla gücümüzü yitirseydik bile parti önderliğinde Halk Ordusu’nu yeniden inşa ederdik. Partimiz buna muktedirdir. Ancak tersi mümkün değildir. Aksine umut bağlamak, küçük burjuva oportünistlerine göredir. Partimizin bu açıdan kararlılığı ve gücü, tarihsel deneyimle sabittir.
– Partinizin sürecinin gerilla alanına yansıması konusunda bilgi verebilir misiniz?
S.K: Parti saflarımızdaki ayrışmanın netleşmesiyle birlikte küçük bir grup, bozgunculuk yaparak ortaya çıkmıştır. Açık tartışma süreci örgütlememize rağmen kendilerini alttan alta örgütlemeye çalışmış, ilk olarak da Halk Ordusu savaşçılarının iradesine takılmışlardır. Bunlar, esas olarak mücadeleyi bırakmış, ya da ideolojik kırılmalarını partinin yarattığı süreçle kamufle etmeye çalışan birkaç unsurdu. Mevcut sonları, ideolojik duruşlarına uygundur. Bilindiği gibi saflarımızdan ayrıldıktan sonra şehitler, savaş, devrimcilik üzerinden propaganda yapmışlar, yazdıkları bildirilerin mürekkebi kurumadan savaş bölgesinden kaçmışlardır. Halka yalan söylemek, bunların ahlaki düzeylerini ele vermektedir. Ama bizim için en mide bulandırıcı olan şehit düşen yoldaşları propagandalarına alet etmeleri oldu. Parti ilke ve anlayışlarından uzaklaşmanın, kişileri ne hale getirdiğine onların sayesinde tanık olduk. Bunların yaptıkları, şehit yoldaşların kanına ekmek doğramaktır. Politik gıdalarını da buradan almışlardır bu süreç boyunca. Bu aynı zamanda onlar için politik bir nitelik olarak da ifade edilebilir. Kafasında parti olmayanlar için şehitlerin, halkın, savaşın, mücadelenin bir anlam ifade etmemesi de doğaldır belki. Ama bu pratiği sergilemek, ayrı bir bünye ister.
Daha önce de açıklama yaptığımız gibi bu hizip açığa çıktıktan sonra bir yaptırım uygulamadık. İdeolojik ve politik karakterlerine dair bir mücadele benimseyip bu açıdan niteliklerini ortaya koymaya çalıştık. Düşman saldırısının yoğunluğundan kaynaklı ellerinde bulunan silahlarımızı almadık. Ancak bunlar, bize ait olan silahlarla birlikte, uyarılmalarına rağmen partimizin, Halk Ordusu’nun değerlerini çalıp düşmana teslim eden bir tutum sergilediler. Savaş alanını terk ederken sadece verdiğimiz silahları düşmana teslim etmekle yetinmediler, aynı zamanda savaş için oldukça hayati olan eldeki olanakları da adeta çalarak “toprağa gömüp” (düşmana teslim ederek) alanı terk ettiler. Yaklaşımımıza bu şekilde verdikleri cevap, düşman karşısındaki bu tavır, ahlaki düzeylerine, ideolojik duruşlarına uygundur. Bunlar için parti kaçkınlığı, savaş kaçkınlığı ile tamamlanmış, silahları düşmana teslim etmek, alametifarikaları olmuştur.
En isabetli tavırları kendilerini “geçici” olarak isimlendirmeleridir. Savaş bölgesi, sınıf mücadelesinin daha keskin yaşandığı bir alan olduğu için burada partimizin diğer alanlarına göre daha “geçici” oldukları malumdur. Yine de hızlarının bizi şaşırttığını söylemeliyiz. Söz konusu unsurların gerilla alanı faaliyetinde bu derece hızlı hareket ettiklerine şahit olmadık. Bu hızın ve gayretin sebebi, mücadele kaygısından ziyade ancak kelle korkusu olabilir.
Halk Ordusu’nun savaşçıları, bunlara yüz vermemiştir. Ancak meselenin en net özeti, 23 Nisan günü Aliboğazı’nda şehit düşen Çiğdem ve Nergiz yoldaşların direnişidir. İki farklı pratik; yani direniş ve kaçkınlık; son mermisine kadar çatışmak ve silahlarını düşmana teslim etmek… Bu partimiz ve parti kaçkınları arasındaki farktır. Şehit düşen yoldaşlar, partimizin tavrını ve mücadele andını kanlarıyla bir kez daha ortaya koymuşlardır.
Partimizde sağ tasfiyeci parti ve savaş kaçkını güruh etkisinde kalan güçlerimize, militan ve taraftarlarımıza ortaya çıkan tabloyu iyi okumalarını öneriyoruz. Öncelikle Rojava’da Partimiz ve Ordumuz ismiyle konumlanan saflarımızdan ayrılan güçlerimize, partimizin çizgisine inanan militanlara ve taraftarlara buradan açık çağrı yapmak istiyoruz. Komünist ve devrimci çizgi bugün saflarında yer aldıkları sağ tasfiyeci parti kaçkını güruh tarafından tahrif edilmekte, yok edilmeye çalışılmaktadır. Bunu parti adına, savaşçı çizgimiz adına gerçekleştirmektedirler. Bu savaş kaçkınlığı ile boyut kazanan tutuma karşı net bir konumlanış almaya çağırıyoruz. Rojava’da “TİKKO” adına bulunan savaşçıları partimiz ve Halk Ordusu disiplini altında konumlanmaya ve sağ tasfiyeciliğe karşı tavır almaya özellikle davet ediyoruz. Doğru ideolojik, politik ve örgütsel konumlanış, Halk Savaşı çizgisinde politik iktidar mücadelesi için parti ve halk ordusu saflarına katılmaları gerektiğini ciddiyetle kavramaya davet ediyoruz. Bulundukları saflar partinin komünist önderlik çizgisini, devrimci savaş çizgisini tasfiye etmeye çalışan bir çizgidir.
– Son olarak önümüzdeki sürece dair neler söylemek istersiniz?
S.K: Sınıf mücadelesinin keskinleştiği, düşman saldırılarının arttığı bir dönemden geçiyoruz. Bu dönem aynı zamanda birçok yetersizliğimizin belirginleştiği bir dönem oldu. Düşman, başarılar elde etti. Doğru bir tartışma, mücadele hattı, örgütlenme düzeyi yakalandığında süreç aksine dönecektir. Kuşkusuz bu militan bir pratik istemektedir, bu nokta tayin edicidir. Düşmanın asıl hedefi, ideolojik olarak başarı kazanmak, mücadele güçlerini umutsuzluğa sürüklemek, bu şekilde çürütmektir.
Kaba bir inançla hareket etmeyi savunduğumuz sanılmasın, buna ihtiyaç duymuyoruz. Kitlelere ve partiye güvenmekten, kitlelerle birlikte partimiz önderliğinde devrime yürümekten bahsediyoruz. Bu bizim kafamızdan çıkan bir durum değil. Aksine nesnel gerçeğin yarattığı sosyal bir olgudur. Bunu kavramaktan, buna uygun hareket etmekten bahsediyoruz. Partiyi, işçi sınıfı ve emekçi halkın bağrında örgütlemek, parti önderliğinde halk ordusunu inşa etmek, en başta bu anlayışla mümkündür.
Düşman saldırılarının hızından bir şey kaybetmesini beklemiyoruz. Daha önce de vurguladığımız gibi Türk egemen sınıfları ve efendilerini bu saldırganlığa iten nesnel nedenler vardır. Bu nedenler, sömürü sisteminin kendisinde var olan çelişkilerle, bunların düzeyiyle ilgilidir. Sorun, devrim sorunudur. Çelişkilerin başka türlü çözümü yoktur.
Diğer yandan düşman saldırganlığının kendiliğinden yavaşlayacağı ya da biteceği sanılmamalıdır. Hele de seçim sürecinde çokça şahit olduğumuz gibi meseleyi AKP-MHP ittifakına bağlayan, Erdoğan ile açıklayan yaklaşımlara kesinlikle prim verilmemelidir. Bunlar sadece sistem içinde var olan kliklerden birinin temsilcisi, sürecin egemen sınıflar cephesinde açığa çıkardığı görevlerin taşıyıcısı durumundadırlar. Sürecin kendiliğinden sonuçlanacağı ya da Erdoğan, AKP vs’nin tasfiyesiyle atlatılacağı yönlü anlayışların hizmet ettiği tek husus, halkı sınıf mücadelesinde silahsızlandırmaktır. Bu saldırı dalgasının kırılması ve ötesine geçilmesi, güçlü bir mücadelenin yaratılmasıyla mümkündür. Saldırganlığın kendisi bunun koşullarını güçlendirmektedir.
Buradan önemle vurgulanması gereken şey, düşmanın silahlı mücadeleyi imhaya, halk kitlelerini sindirmeye, Kürt ulusunu başarısızlığa, bölgeyi kan gölüne çevirmeye yönelik saldırgan politikasının asla başarı elde edemeyeceğine yönelik net bir yaklaşımı ortaya koymaktır. Bugün bu saldırıların hiç biri sınıfsal, siyasal, sosyal, ulusal çelişkileri ortadan kaldırmadığı gibi daha fazla olgunlaştırmaktadır. Düşman her cephede zafer naraları atmaktadır. “İçerde ve dışarda yedi düvelle” savaş verdiklerini ve başarı elde ettiklerini dillendirmekte ve hamasetle ayakta durmaya çalışmaktadır. Bu propaganda gelenekseldir faşist diktatörlük için. Ancak her defasında bunun sadece bir kandırmaca ve zayıflıklarını örtme biçimi olduğu ortaya çıkmıştır. Emperyalizme bağımlı yapısıyla onlar karşısında zayıftır ve uşaktır. Halk düşmanı sınıfsal karakteriyle halk karşısında zayıftır. Asimilasyon, inkar ve imha siyasetiyle Kürt ulusu karşısında çaresizdir. Bu çaresizlik ve zayıflık onun en güçlü göründüğü noktada en zayıf yanıdır. Faşist diktatörlük güçlü görünme ihtiyacı duymaktadır. NATO’nun en büyük ordularından birine sahip olduğu için silahlı mücadelemiz karşısında güçlü var saymaktadır kendini. Halkı zapturapt altına almayı başardığı için böbürlenmektedir. Ama bu saldırıları biliyoruz ki sadece onlar için geçici başarı sağlayacaktır. Tarih haklı olana hakkını her zaman vermiştir. Ancak bu haklılığın hakkının verilmesi için bekleyecek değiliz. Faşizmin güç gösterisi karşısında korkacak hiç değiliz. Beklemeyeceğiz, durmayacağız, korkmayacağız ve yılgınlık göstermeyeceğiz. Onların en başta komünist, devrimci ve ulusal silahlı güçlere yönelik imha operasyonunu kararlılıkla ve tereddüt göstermeyen bir duruşla püskürteceğiz. Bu noktada üzerimize düşen sorumluluğu tarihsel haklılığımızın bilinciyle, halka olan güvenimizle ve partimizin çizgisine bağlılığımızla yerine getireceğiz. Ağır bedeller ödeme pahasına gerilla mücadelesine yönelik imha saldırısını püskürterek süreci karşılayacağız. Onların kendilerini en güçlü hissettiği bu dönemde ne kadar zayıf olduğunu, gemilerinin ne kadar çürük olduğunu onlara göstereceğiz. Bu noktada iddialıyız ve kararlıyız.
Faşist diktatörlük saldırılarıyla çelişkileri olgunlaştırıyor demiştik. Düşman, çelişkileri söndürdüğünü, yenilmez olduğunu, halk kitlelerinin baskıyla sonsuza dek “korkutulacağını”-“sindirileceğini” düşünen bir idealizme sahip. Bu tüm gerici egemenlerin kendilerinin sonsuza kadar yaşayacağını düşünen yaklaşımından, tutumundan ileri gelmektedir. Biz onların bu yaklaşımından oldukça memnunuz. Çünkü biz her şeyin geçici olduğunu, güçlü olanın zayıflayacağını zayıf olanın güçleneceğini biliyoruz. Bu düşüncemizde yalnız da değiliz. Çünkü ülkede ve dünyanın her yerinde bu düşünceyle yaşayan, mücadele eden yoldaşlarımız, dostlarımız ve geniş halk yığınları var. Bu yüzden karamsarlığa, umutsuzluğa karşı meydan okuyorlar. Silahlarımızın eleştirel gücüyle biz bu karamsarlığı ve umutsuzluğu dağıtmayla kendimizi görevli sayıyoruz. Herkes bulunduğu yerde ve alanda kendi görevini en iyi şekilde yapmakla yükümlüdür. Halka cesaret aşılamak, halkın gücünü ve kudretini açığa çıkaracak mücadele hattı örmek aslolandır. Umutsuzluğa ve karamsarlığa meydan okuyanlar, haksızlığı kabul etmeyenler, doğruya sımsıkı sarılanlar mutlaka bu süreci karşılayacak, zayıflığı güce, yetersizliği yeterliliğe, umutsuzluğu umuda, örgütsüzlüğü örgütlülüğe çevirecek ve faşizmi eninde sonunda mezara gömecektir. Partimiz ve parti önderliğinde Halk Ordusu bu konuda görevlerinin bilincindedir ve buna uygun hareket edilecektir.