Tayyip Erdoğan ise Türkiye’nin kredi notunu düşüren S&P’ye efelenerek Türkiye ekonomisini şu an tavana pik yaptığını iddia etti. Ancak ekonomistler tam tersi bir tabloya dikkat çekerken TÜSİAD ise istikrarsızlığı ve gelecekteki riskleri ifade etmek zorunda kalıyor. Salgın öncesinde de durgunluk içerisindeki Türkiye ekonomisi, Tayyip Erdoğan ve damadı Berat Albayrak’ın başarı hikayelerine rağmen daralmaya devam ediyor. Ekonomistlere göre salgının daha yoğun ve etkili hale getirdiği ekonomideki durgunluğun 2020 sonunda daha da zirve yapması bekleniyor.
BAŞARI HİKAYELERİ DİKİŞ TUTMUYOR
Hükümetin salgın karşısında uygulamak zorunda kaldığı kimi tedbirler de ekonomide belli bir daralmaya neden oluyordu. Tedbirlerin kaldırılması ve borçlanma sayesinde belli bir canlanmadan bahsedilse bile bunun daha büyük ve uzun süreli bir durgunluğa neden olacağı öngörülüyor. Türkiye, böyle giderse 2020’de tarihinin en büyük net borçlanmasını gerçekleştirmiş olacak. Daha öncesinde bankalardan alınan ödünç döviz sayesinde Merkez Bankası’nın elde ettiği kura müdahale imkânı, Merkez Bankası’nın elinde ödünç alınanlar dışında döviz kalmaması ile ortadan kalkmış oldu. Bu durumda Merkez Bankası, Hazine ve devlet bankaları arasında kurulan para ilişkileriyle sorun erteleniyor. Fakat aslında sorun daha da büyütülüyor.
Devlet bankaları kullanılarak dövize yapılan müdahale sayesinde, döviz borçlusu şirketlere sağlanan imkân, kriz ortamında bir süreliğine istikrara hizmet ediyordu. Ancak aynı yolla döviz üzerinden oluşan risk yine devletin gerçekte ise halkın sırtına yük olarak biniyordu. Türkiye eşi görülmedik bir biçimde borçlanırken bu borç stokunun döviz cinsi yüzde 50’nin üzerine çıkmış oldu. Berat Albayrak, Türk Lirası’nın değer kaybetmesiyle rekabetçi hale geldiğiyle övünse de kuru düşük tutmak için döviz rezervlerinin neden eritildiğini ise açıklayamıyor. Bu durumda da demagojik “Türk Lirası” propagandalarının halka dönük bir içeriği dışında kıymeti harbiyesinin bulunmadığı anlaşılıyor.
PATRONLARDAN ALARM ZİLLERİ
Ekonomideki rakamlar geleceğe dair egemenler açısından iyi şeylere işaret etmese de Türk hâkim sınıfları ve onların devleti sürekli olarak başarı hikayeleri yazmaya çok meraklı. Ancak halkı oyalamak için uydurdukları bu hikayeler artık kendileri için de risk teşkil etmeye başlamış olsa gerek ki TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, “Negatif reel faiz politikasına son verilmesi ve piyasayla barışılması, ülkeye tekrar yabancı sermayenin çekilmesi gerekiyor” demek zorunda kaldı. Güven problemi olduğunu, günü kurtarmaya odaklanıldığını ve bu yüzden uzun vadeli istikrarın tehlikeye atıldığını vurgulayan TÜSİAD, artık kura müdahaleyle yol almanın mümkün olmadığını, çarenin yabancı sermayeye güven vermek olduğunu belirtiyor. TÜSİAD, Türkiye’nin son 3 yılda büyüyemediğini belirtirken salgınla birlikte tedarik zincirlerinin Batı’ya, Avrupa’ya kayacağını belirterek daha yoğun bir biçimde yabancı sermayeye göre şekillenmek gerektiğini savunuyor.
İSTİHDAM AZALDI, İŞSİZLİK ZİRVEDE
Devlet ve patronlar nezdinde ekonominin gerçekleri aşağı yukarı bu durumdayken asıl ekonomik gerçeği ise işçi sınıf ve emekçilerin durumu oluşturuyor. Bu noktada sadece Eylül ayı işsizlik rakamlarına bakarak dahi asıl ekonomik tabloyu anlamak mümkün. DİSK’in Eylül 2020 işsizlik raporuna göre; işsizlik ve iş kaybı Haziran 2020’de 14,2 milyona ulaşarak yüzde 40,4 olarak gerçekleşti. Yine işsiz sayısı 10,2 milyona ulaşarak yüzde 28,9 olarak gerçekleşti. İstihdam 1 milyon 981 kişi azalırken istihdam oranı ise yüzde 42,4’e geriledi. Sadece son bir yılda işbaşı yapabilenlerin sayısı 3 milyon 830 bin kişi azaldı. Çalışabilir durumdaki nüfusun yarısının bile çalışamadığı bu tabloda üretime ve ekonomiye dair başarı hikayelerinin bir anlamı olmadığı açıktır.
EKONOMİK BAĞIMLILIK DAHA DA DERİNLEŞİYOR
Ekonomideki durgunluk ve dünya çapındaki ekonomik kriz gelecekteki siyasi konumlanışları da belirleyen en temel unsur haline gelmiş durumda. TÜSİAD’ın yabancı sermayeye ve tedarik zincirlerindeki değişime yaptığı vurgu, hâkim sınıfların bağlı bulundukları emperyalist ilişkilerin bir itirafı iken devlet yönetimindeki AKP’nin ise bu bağımlılık içerisinde farklı siyasi hesapları bulunuyor. Diğer düzen partilerinin artık iyiden iyiye AKP sonrası yönetime hazırlandığı, ekonomik krizin AKP’yi yönetimden düşürmesine umutlandığı koşullarda AKP’nin de oy kitlesini elde tutacak şekilde he ekonomik adımları hem de siyasi adımları atması gerekiyor. Ne var ki AKP, söz konusu kriz ve salgın koşullarında geçmişteki gibi zor durumdan sıyrılacak manevralar geliştirmekte güçlük çekiyor. Bu durumda elde halkın üzerindeki sömürü ve baskının artırılması, ülkenin talanının hızlandırılması dışında bir seçenek kalmıyor. Bunun taşıdığı riskler ise iktidardaki güçlerin en temel korkularını oluşturuyor.
Meselenin bir diğer yanı ise dış ilişkilerde daha “özgür” ve “etkin” bir profilin çizilmesi, sanki emperyalist devletlere rağmen bir güç olma görüntüsü yaratılmasıdır. Türkiye gibi yarı sömürge ülkeler, krizin dayattığı dünyadaki değişimde inisiyatif kazanmaya, bu anlamda sınırları zorlamaya çalışıyorlar. Ancak bu zorlayış belli oranda “bağımsızlık” görüntüsü verse de gerçekte ekonomide ve dış siyasette emperyalist devletlere bağımlılık daha da derinleşiyor. Bugün artık Türkiye gibi devletlerin emperyalist sermaye ve devletlerin onayı olmadan ne ekonomik ne de siyasi istikrarını koruması mümkün görünmüyor. Önümüzdeki süreç bu zorunlu ilişkilerle birlikte ülke içi siyasetteki dengelerin yoğun bir mücadelesine tanık olacaktır. Kuşkusuz kendi durumunu sağlamlaştırmak için yapılan tüm bu rekabet ve tepinmeler, işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler üzerinde olacaktır. Ekonomi, ülke içi veya dışı siyaset tartışılırken adı anılmayanların yani sömürü ve baskı altındaki halkın mücadele düzeyi ise tüm bu tartışmalara rengini verecek temel unsur olacaktır.