Haydi, bir çağrının peşine düşelim. Bekledikçe kalabalık sözler ve yılgın gözlerle etrafımızı kuşatan çemberi yaralım. Yollar çeksin bizi; sılamız olan başı karalı köyler, başı dumanlı doruklar çeksin. Düşelim ‘hasretin halisine.’ Çokça başkalaştığımız, çokça yabancı duyarlılıklar kazandığımız bu yeri, bu zamanı kaybedelim. Yeniden kazanacağımız kendi sesimiz için. Yalnızca çıplak bir gerçeği alalım yanımıza; kim haklı kim haksız, olacak ve olması gereken nedir! Bunun yanıtı yeter de artar bile.
Issız koyaklarda tek tek yanan ateşlerin tükenmeyen çağrısına uyuş, bir yola düşelim. Bir patika açalım, daha çocuk bir ormanın kuzey yamaçlarına. Sırası gelen dizilsin, önde yürüyenin izine. Geceyi iyi bilen gözler, alışkın ayaklar, umuda ayarlı adımlar kılavuzumuz olsun.
Sahte ışıklardan arındıkça kendisi olan bir dünyayı tanımlayan yıldız kümeleri başımızın üzerinde. Yapışkanlıkla değil ilk kez serinlikle gelen bir koku dolsun göğüs kafesimize. Tağar suyunun, kekiklerin ve yarpuzların kokusu. İncecikten bir kar suyunun kıyısında indirelim yükümüzü. Neşemiz katığı olsun ekmeğimizin. Her şeyi yerli yerine koyup, ellerini dizlerine vurup doğrulsun yarının yolcusu. Şimdi daha taze, daha diri, daha cesur. Yürekteki sevdanın, kütüklük tıkırtısının ritmine ayarlı bir türküye tuttursun hep bir ağız, hep bir ağızdan. En güzel dünyaların türküsüne.
Olur da titremeye durursa dizlerimiz, acı zamanlar, alırsa gözlerimizin cesaretini, ormanın kıyısında tek tek duran büyükçe ağaçların büyükçe sözlerini değil korunun içinde seçilemeyen küçük küçük ağaçların seslerini dinleyelim. Onların yalın ve görkemsiz seslenirken çağlardan çağlara giden büyük kavganın damarlarından nasıl akıttıklarını hayatı ve ölümsüz kıldıkları kavgayı.
İşte yine genç filizler verdik. İşte yine en genç yerimizi ölümle tanıştırdık! İşte yine “ölümlerden geliyoruz” türkü söyleyerek! İşte yine ekmeğimize, yüzümüze sıçradı kan. Uykuda, uyuşuk ve umarsız yakalanmayalım diye bizi ömrüyle güneşli sabahlara ve sabahlara güneş olmaya çağıranlar Rosa ve Asmin değil mi! Ona uymadan ekmeğe ve yüzümüze kirsiz dokunabilir miyiz, suları kirletmeden içebilir miyiz?
Haydi, ellerimizi Rosa’nın ellerine uzatalım. İkirciksiz bir dostluğun sıcak koru düşsün yüreğimize. Onun sesinden kuşlar havalanan yüreğinde, yalnızlara kurulu bir yuva saklı durur her zaman. Düşlere adımlamayı erteleyeni değil “zaman şimdi”, “ben değilsem kim” diyeni bekler. Dağları sırtlamaya kendini verirken bir karıncayı dahi tedirgin etmeden sessizce yola düşenler, korunduğumuz, kendimizi sakındığımız yerde bize güçlü çıkışlar sundular. Yası değil umudur kavramalıyız; Nubar’ın, Özgür’ün Muharrem’in, Deniz’in, Şerzan’ın, Asmin’in, Rosa’nın ellerinden onu kapmalı, taşımalıyız.
Şerzan’ın dileğini bir sonraki sabaha taşımadan, dostun ciğerine bir gül serinliği, düşmana hançer düşürmeden gün, hiçbir penceresinden dolmayacak evlerimize. Günün özlemi bizimle dinmeli. Yollar çekmeli bizi, önümüzü yüreklerinin koruyla ışıtanların ebedi yolculukları çekmeli. Sürüldüğümüz kentlerin yabancı iklimlerinde eksile eksile kalmadığında bir anlamımıza, yolculuklar çekmeli bizi. Kanatılmış günlerin ardında, o randevuda, o çağrıda buluşmalıyız, buluşalım…
Bir Tutsak Partizan