Bir kişiyi ikna etmeye çalışmak o kişiye bir otorite yükler. O otorite şudur: Bunun doğruluğunu kabul etmek ya da etmemek senin elinde. Örneğin herhangi bir şeyde direten birisi koşulu da varsa umursamamayı tercih eder. Denklemi buradan kurarsanız ikna etmeye çalışan kişi, ikna edilenin tepkisizliği, vurdumduymazlığı karşısında uysal bile olabilir. Sözlü ikna etme çabası, kişinin işine gelmeyeni kabul etmemesiyle birlikte uysallığa bürünür yani. “Ama bu doğru ne olur kabul et” sonucu çıkar ortaya. Ülkemizde yıllardır artan baskı ortamında kimin haklı olduğu meselesi de böyle bir denkleme hapsedilmiş durumda. Mücadelenin meşruluğu pratik içerisinde hissedilir, kavranır. Sürekli olarak devletin halkı suçlu pozisyona sürüklemesi, yapılan eylemlerin yasallığının tartışılması; devrimci, demokrat ve yurtseverleri saldırılar karşısında, bürokratları ve devleti kendi haklılığına ikna etmek gibi bir yanlışa sürüklemekte. Öyle bir ikna ki bu durmayacağını bildiğin katile dur demek gibi. Faşist dediğin halde faşist değilmişçesine davranmak gibi.
İzmir’de Deniz Poyraz’ın katledildiği faşist saldırının ardından yaygınlık kazanan bir liberal söylem var. “Bu bir provokasyondur, oyuna gelmeyelim.” “Peki bu bir provokasyon mudur?” Demeden önce doğrusal düşünmek adına “Provokasyon nedir?” demekte fayda var. Provokasyonun kelime anlamı kışkırtmak. Yani bir de şöyle söyleyelim: Bu bir kışkırtma eylemidir. Kışkırtmaya gelmeyelim.
Çokça örneği olmakla birlikte emekçilerin yoğunlukta olduğu semtlerde, Kürtler, Türkler, Aleviler ve Suniler devlet tarafından karşı karşıya getirilmek istenir. Bunun birçok örneği vardır; mesela Kürt gençlerin polis yönlendirmesiyle Alevilerin ibadethanesini taşlaması bir provokasyondur. Devletin bu provokasyonla yapmak istediği de çok açıktır, toplumu kutuplaştırmak ve demokratik, siyasal talepleri bastırmaktır. Bu bir kışkırtmadır; Alevileri Kürtlere kışkırtmaktır. Açık terörist diktatörlüğün, tekçi; Türk ve Sünni modelini halka dayatmasıdır. Bu örnekler çoğaltılabilir; cemevinin bahçesinde kuran yakılmasına kadar gider.
Deniz Poyraz eli kanlı bir faşistin, fotoğraflarıyla tasdikli bir devlet köpeğinin saldırısında katledilmiştir. Bizim bildiğimiz anlamıyla devletin uyguladığı tarz bir provokasyon değildir bu. Peki nasıl bir provokasyon? Bu söylemin içerisindeki liberalizm nereden gelmekte? Burada iki ana yaklaşım söz konusu. Birincisinde, bu eylemin yukarıdaki anlamıyla Türkler ve Kürtler arasında düşmanlık yaratmayı hedeflediği “ima” edilmekte. İkincisinde ise daha çok sanal medya kullanıcıları tarafından provokasyon kelimesine “ülke bir kan gölüne dönebilir, devlet insanları sokağa çekerek onları katletmek istemekte” anlamı yüklenmekte.
Yıllardır PKK üzerinden Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt halkı “terörist” denilerek hedef gösterilmekte. Gazete, TV ve radyoda kullanılan nefret söylemleri saldırıları körüklemektedir. Yine de anda sıkışıp kalmamak adına 2015’te Selim Serhed’in İstanbul Avcılar’da Kürtçe şarkı söylediği için faşistler tarafından katledildiğine; 2019 yılında Şirin Tosun’un Kürtçe konuştuğu için önce 6 faşist tarafından linç edilip sonra başından silahla vurulduğunu hatırlamak gerekir.
Yani biz bu olaylara birer provokasyon diyeceğiz? Ne ilk ne de son olan saldırıları doğru ele almak tutumumuzu da belirler. Bu olayları bir provokasyon olarak ele almak şöyle bir ön kabulü de getirir; “Her şey biraz olması gerektiği gibidir, büyük tabloyu görüyorsunuzdur fakat bu bir provokasyondur.” Kışkırtmaya gelmeyelim ve olması gerektiği gibi olan durum devam etsin. “Pasif durum korunmalıdır”. Yani siyasi iktidara, “Lütfen nefret söyleminde uzak durun, Türkler ve Kürtler kardeştir” denmelidir. Belki “ikna” olurlar değil mi?
Bizim için ikna sömürülen, ezilen kitlelerin haklılığı ve meşruluğudur. Bu, sınıfsal gerçeklerin ortaya koyduğu tarihsel bir olgu, “iknası” yüzyıllar boyunca gerçekleşmiş siyasi bir gerekliliktir. İsyan etmek haktır, meşrudur ve bugün bu isyan halkın devrimci şiddetinin tartışmasız meşruiyetidir. Biz devleti, düşman sınıfları, faşist gericileri sözle, iyi niyetle, tehlike/provokasyon telkiniyle ikna etmeyiz. Onları “ikna” edebileceğimiz yöntemler devrimci eylem, devrimci şiddet ve proletarya diktatörlüğüdür.
Kürtler ve Türkler arasında açılan bu uçurumun buna bir provokasyon diyerek kapatılamayacağı açıktır. Bu saldırıları kınamak ya da lanetlemekle de kapatılamaz çünkü bütün bunlar mevcut olanı değiştirmek için şeyler değildir. Kendine uygun bir ikna barındırır. “Dönün bu yoldan, biz bunları kınıyoruz, bir şey olmamış gibi devam edelim.” Sözü söyleyenden bağımsız olarak bu faşist saldırının tek başına, öncesi ve sonrası yokmuş gibi kopuk ele alınması; bu eylemle Kürtlerle Türkler birbirine düşman ediliyor denmesi bu siyasi yönelime içkindir. Bu eylemle, Kürtler ve Türkler birbirine düşman edilmekten çok Türk ulusuyla eşit haklara sahip olmayan Kürt ulusunun mücadelesinin devlet tarafından kanla baskılanması söz konusudur. Bu baskılanmanın kırılacağı alanlar da elbette ki mücadele edilen pratik alanlardır. Harekete geçmek, dayanışmak, mücadele etmek ve elbette ki faşizme karşı örgütlenmektir. O zaman hâkim sınıfları, faşist iktidarı ve beslendiği gerici kesimleri ikna etmek gereksinimi de oluşmayacaktır.
Devletin son yıllardaki yönelimiyle Türk ve Kürt halkını birbirine düşman etmek istediği açık. Yapılan saldırı ve saldırılar da bu yönelimin bir “parçasıdır.” Ne yeni bir sürecin başı ne de bir sürecin sonu. Saldırı sürecinin bir parçasıdır. Yeni değildir. Bu sıradan olarak anlaşılmasın. Bir büronun silahlı bir faşist tarafından basılması elbette devletin kontra örgütlenmesinin de bir ifadesidir. Saldırı anlamında ise yıllardır devam eden bir sürecin parçasıdır. “Sokağa çıkmayın, hepimizi öldürecekler, onların istediği bu” diyenler çok fazla ciddiye alınmamalı. Devletin tam olarak yapmak istediği şeyin çığırtkanlığını yapanlar, sanal medyadan bir şeyleri değiştirebileceğini sananlardır. Biraz da yerleri sıcak keyifleri yerindedir. Konuşmak ve eylemek arasındaki farkı anlamamış, konuşmanın, bir şeyi ifade etmenin o şeyi değiştirdiğini zannedenlerdir. Buna karşın devrimci saflarda örgütlenmek, bir güç olmak ve ezilen sınıfların politikasını üretmek gerekir.