HABER MERKEZİ- 15 Temmuz’da darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) ve Kanun Hükmündeki Kararnameler (KHK) ile devrimci-demokrat-yurtsever dinamikleri sindirmeyi hedefleyen AKP iktidarının kendi çıkardığı yasaları da çiğnediği biliniyor.
Yeni Demokrasi Gazetesi olarak insan hakları ihlallerini, hapishanelerdeki hak gasplarını, savunmaya dönük saldırıları ve son yayımlanan 696 sayılı KHK’yi Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından İbrahim Bilmez, Özgürlükçü Hukukçular Platformu’ndan Avukat Maviş Aydın ve Avukat Gül Altay ile konuştuk.
1-OHAL perdesi ile devrimci, demokrat, yurtsever dinamikler başta olmak üzere tüm toplumsal kesimlere dönük bir saldırı söz konusu… Defalarca uzatılan OHAL ve iktidarın öenmli diğer dayanağı olan KHK’lere yönelik ne söylemek istersiniz?
Av. Gül ALTAY: 45 gün içerisinde kaldırılacağı söylenen OHAL 5. kez uzatıldı. OHAL’in en önemli özelliği Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’nun yetki kanununa ihtiyaç duymadan ve konu sınırlaması olmaksızın OHAL kararnamesi çıkarabilmesidir. OHAL’de çıkarılan KHK’lerin Resmi Gazetede yayınlandığı gün onay için TBMM’ye gönderilmesi gerekir, ancak bu usul KHK’nin yürürlüğe girmesini etkilememektedir. Kanun şeklinde yapılan bu düzenlemeye karşı da anayasaya aykırılık iddiasında bulunarak dava açılamamaktadır. Ancak belirtmeliyiz ki OHAL’i ortadan kaldırmaya yönelik tedbirleri içeren KHK dışında kalıcı düzenleme yapılmaması gerekmektedir. Oysa art arda çıkarılan KHK’lerle OHAL sonrasını etkileyecek düzenlemeler yapılmaktadır. Bu düzenlemelerle yaşam hakkı, adil yargılanma hakkı, masumiyet karinesi, işkence ve kötü muamele rutinimiz haline gelmiştir.
Hukuken OHAL ilanı için de tehlikenin mevcut veya pek yakın olması gerekmektedir. Türkiye’de böyle bir durum söz konusu olmadığından hukuken OHAL meşru değildir. Yakın tehlikenin varlığında dahi dokunulmayacak temel haklar vardır. Ayrımcılık yasağı, kişi olarak tanınma hakkı, yaşam hakkı, işkence yasağı, kulluk ve kölelik yasağı, din, vicdan, düşünce, kanaat özgürlüğü, suç ve cezaların kanuniliği, geriye yürümezliği, masumiyet karinesi, borç nedeniyle hapis yasağı, adil yargılanma hakkının asla askıya alınmaması bu haklar kapsamındadır. Böyle bir tehlike olmamasına rağmen defalarca OHAL ilan edilerek savaşta bile askıya alınmayacak haklar yoğun bir biçimde ihlal edilmekte, kararnamelerle ülke yönetilmektedir. Asıl amaç tehlikeyi bertaraf etmek değil olağan dönemde sahip olunmayan yetkilere sahip olma arzudur. Taşeron işçilere kadro düzenlemesi, kamuda çalışanların ihraç edilmesi, Kürtçe yayın yapan TV’lerin ve gazetelerin kapatılması her türlü gösteri ve toplantının yasaklanması vs. OHAL’le ne ilgisi olabilir?
OHAL’de bir yandan askeri ve siyasi operasyonlar yapılırken diğer yandan bu operasyonlara tepkileri bastırmak için yeni yasal düzenlemeler getirilmektedir. AKP yeniden tek başına iktidar olmak istediğinden savaş politikasını yeniden devreye koymuştur. Ancak bu tek başına AKP’nin iktidarda olma arzusu ile açıklanamaz. Bir bütün olarak devletin bekası için OHAL’e ihtiyaç duyulmaktadır. Geniş kesimleri manipüle etme niteliğine sahip olan AKP de bu görevi layıkıyla yerine getirmektedir.
Özetleyecek olursak OHAL ve uygulamaları darbe girişimi bahanesiyle tüm muhalefeti susturan OHAL sonrasını da etkileyecek şekilde faşist düzenlemeleri kalıcı hale getiren fiili bir tiranlık rejimine dönüşmüştür. Öyle ki egemen klikler arasındaki çatışmanın dahi sınırlandırılması söz konusudur.
2- KHK’ler uygulamada ne gibi hukuksuzlukları beraberinde getiriyor?
Av. Gül ALTAY: Aslına bakarsak KHK’lerin de hukuken meşruiyetleri yoktur. Anayasa’nın 121. maddesine göre KHK’lerin resmi gazetede yayınlandıkları gün meclise getirilmeleri ve bir ay içinde onaylanması gerekirken kararnamelerin hiç biri meclisten geçmedi. Bu nedenle aslında KHK’ler yok hükmündedir. Türkiye’de artık “kuvvetler ayrılığı ilkesi” açıktan yok sayılmaktadır. Yargı ve yasama, yürütmeye bağlanmış durumda ve “tek adamlık” olarak belirtilen sistemin alt yapısı hazırlanıyor. Bu yapılırken kitleler arasındaki kutuplaşma derinleştirilmektedir.
Montesquie kuvvetler ayrılığı felsefesi şunu özetlemektedir. “Egemenler halkı kolay yönetmek için halkı birbirine düşürür ve bölerler. Ezilenlerin de halkın da egemenlerin baskısından kurtulması için egemenin kuvvetlerinin bölünmesi gerekir”. Kuvvetler ayrılığı dünyanın hiçbir yerinde tam olarak uygulanamadı ve sınıflı toplumlarda uygulanması da mümkün değildir. Kısmen uygulanan ülkeler olsa da günümüzde demokrasilerin gelişmediği ülkelerde kuvvetler ayrılığı tamamen rafa kaldırılıyor. Türkiye’de de savunulan rejim şekli, böyle bir rejim. Yasamanın, yargının ve yürütmenin tek elde toplandığı bir döneme doğru giriyoruz. MİT yasasında birkaç yıl önce yapılan değişikliğe göre dokunulmazlık getirildi, askerlere ve komutanlara da dokunulmazlık getiriliyor. KHK’lerle güvenlik güçlerine idari, mali ve cezai dokunulmazlık getirilerek keyfi davranışların önü açılmıştır. Asker ve polis “OHAL’de istediğimizi yaparız bize dava açamazsınız” keyfiyeti ile hareket etmektedir. Son KHK ile düzenlenen TTE, “düşman ve savaş hukuku”nun, “infaz hukukuna, hapishanelere” yansıyan bir uygulamasıdır.
OHAL KHK’leri bölgesel ve zamansal olarak da sınırları aştığı için olağan KHK’lerdir aslında ve yargısal denetime tabi olması gerekir. Bu nedenle Resmi Gazete’de yayımlanmayan veya keyfiliğe yol açacak denli geniş ve/veya yargısal denetimleri kapatan bir OHAL KHK’sinin (uygulama itibariyle) ihlallere yol açması olağan olmaktadır.
3-OHAL ile birlikte saldırıların odak noktalarından biri de hapishaneler cephesi oldu. Hapishaneler geçmişten bugüne özellikle de devrimci-yurtsever tutsaklara yönelik saldırı ve katliamlarla gündeme geliyor. Fakat OHAL süreci, hapishaneler üzerindeki saldırıyı kat be kat arttırdı. Bize bu süreçte müvekkillerinize uygulanan hak gasplarını anlatabilir misiniz?
Av. Maviş AYDIN: OHAL süreci ve bu süreçte uygulanan KHK’ler ile insan hakları, kişi hak ve özgürlüklerini rafa kaldıran eskiden de var olan ve keyfi ve hukuksuz uygulamalar oldukça yaygınlaştı. Sokaktaki herhangi bir insana bile devlet ve polis eliyle uygulana hukuksuzluklar çok fazla. Hapishanelerde özellikle politik tutsaklara dönük KHK’ler ile yaratılan hukuksuzluğun da ötesinde türlü türlü ve keyfi uygulamalar çok yaygın. Ve bu hukuksuz keyfi uygulamalar önce politik tutsaklar üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Dolayısıyla içinden geçtiğimiz dönem en çok politik-yurtsever-devrimci tutsakları etkileyen bir süreç oldu. Devlet-polis eliyle uygulanan işkence yöntemleri oldukça fazla ve her bir uygulamanın da hapishanelere yansıması yine işkence yöntemleri ile gerçekleşiyor. Çıkarılan çeşitli düzenlemeler ile savunma hakkı kısıtlanmış durumda. Muhalif hemen hemen herkes içi boş suçlamalar sebebiyle hapishanelerde. Özellikle 15 Temmuz süreci bahane edilerek işkence uygulamaları meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Hapishanelerdeki müvekkillerimizin bedel ödeyerek elde ettikleri hakları OHAL ile birlikte gasp edilmiş durumdadır. Kitapları içeriye alınmıyor, mektup hakları, sosyal etkinliklere çıkmaları engelleniyor, türlü bahanelerle tedavi hakları gasp ediliyor. Siyasi tutsakların olduğu hapishanelerde bu kısıtlamalar farklı farklı uygulanıyor. Her hapishane yönetimi kısıtlamalar konusunda ayrı inisiyatif kullanarak şartları keyfi olarak daha da zorlaştırıyor. Örneğin bazı hapishanelerde müvekkillerimize gazeteleri verilirken bazılarında hiç verilmeyebiliyor. Müvekkillerimizin görüşlerinde ziyaretçi sınırlaması getirilerek haftalık telefon hakları engelleniyor. Kimi hapishanelerde hem hükümlü hem de tutuklular 15 günde bir telefon hakkını kullanırken kimi hapishanelerde bu sadece tutuklular için 15 günlük süre şeklinde uygulanıyor ve hükümlüler yasal olan bu haklarını haftalık kullanabiliyorlar.
Müvekkillerimiz ailelerine haber verilmeden ve eşyalarını dahi yanlarına almalarına müsaade edilmeden başka hapishanelere sürgün ediliyorlar. Savunma hakkı engellenerek tutuklu müvekkillerimizin yargılamalarının yapıldığı şehirden uzaklaştırılması oldukça yaygın bir uygulama. SEGBİS yöntemi ise başlı başına bir işkence aracı olarak kullanılmakta.
Kadın müvekkillerimiz hapishane giriş çıkışlarında insan onuruna aykırı muamelelere maruz bırakılıyorlar. Ring araçlarında taciz ve işkence bir cezalandırma yöntemi olarak bilinçli uygulanıyor. Erkek gardiyanlar tarafından kadın müvekkillerimiz çıplak aramaya maruz bırakılıyorlar. Özellikle duruşma bitimi hapishanelere dönüşte müvekkillerimiz çok ağır fiziki işkence görüyorlar. İşkence gören müvekkillerimizin doktor raporuna bunu yansıtmaları ne yazık ki mümkün değil. Tacize varan uygulamalar sebebiyle rahatsızlığını dile getiren görüşçülere anında görüş yasağı konularak müvekkillerimiz ziyaretleri engelleniyor. Geceleri gardiyanlar tarafından (kimi zaman da içeriye özel harekat girebiliyor) toplu olarak koğuş baskınları yapılıyor. Temizlik eşyalarına varıncaya kadar hemen hemen her türlü malzemelerine güvenlik bahane edilerek el konuluyor. Disiplin cezaları yaygınlaştırılarak müvekkillerimizin infazları yakılıyor ve yine tabiri caizse sudan sebeplerle disiplin cezaları verilerek koşullu salıvermeden yararlanmaları engelleniyor. Aile görüş yasağı, iletişimin kısıtlanması, hücre cezası uygulamaları çok yaygın. Daha önce yasada mevcut olan aile üyeleri dışında tutukluların 3 ziyaretçi ile görüş hakkı tamamen kaldırılmış durumda.
4- AKP iktidarı son dönemde devrimci-demokrat-yurtsever avukatlara ciddi bir baskı ve tutuklama furyası uyguluyor… Bu saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Av. Maviş AYDIN: OHAL ile artan hak ihlalleri yüzünden muhtemelen önümüzdeki süreçlerde Türkiye uluslararası mahkemelerde ciddi yaptırımlarla karşılaşacaktır. Bunun faturası ise şüphesiz kabarık olacaktır. Çünkü ihlaller en çok devlet kurumları eliyle işleniyor. Öte yandan yaşanan hak ihlallerine devletin hukuk kurumlarının müdahalesi keyfi olarak iktidar eliyle engelleniyor artan hak ihlallerinin yargılamalara doğrudan yansıdığı herkes tarafından gözlemlenebiliyor. Kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığı tamamen bertaraf edilmiş durumda. Buna karşı mücadele eden kişi ya da kurumlar “hızlı” gelişen haksız ve hukuksuz uygulamalarla karşılaşıyorlar. Mevcut sistem içinde ilk akla gelen mücadele yöntemi elbette ki hukuksal mücadeledir. Devrimci-demokrat yurtsever avukatlar kişisel ve mesleki sorumluluklar üstlenerek mücadele etmek zorunda. Bunu yaparken bu hukuksuzluklara maruz kalmamak elbette ki mümkün olmuyor. Çünkü yanlış, keyfi işletilen bir hukuk sistemine karşı olması gerekenin ne olduğunu ifade ediyorsun. Yani mevcut iktidarın işini zora sokuyorsun. Hal böyle olunca bu işin mücadelesini yürüten devrimci demokrat yurtsever avukatlara devlet ve iktidar eliyle uygulanan baskılar da artmış oldu.
Bu süreçte avukatlara yaklaşım müvekkillerine yaklaşımla adeta özdeşleştirildi. Hakkında suç şüphesi olan müvekkillerin avukata erişebilmesi engellenerek avukatların görevlerini yapmalarına engel olunuyor. Gözaltında müvekkili olan ve kaba tabirle ‘fişlenmiş’ avukatlar bu süreçte emniyete alınmıyorlar. Haklarında soruşturma yürütülen ve sonunda beraat edeceğinden emin olduğumuz avukat arkadaşlarımız savcılık kanalıyla müvekkillerinin soruşturmalarında avukatlık yapmaktan yasaklanmış durumdalar. Vatan Emniyet Müdürlüğü’ne giden her avukat için ellerinde bulunan yasaklı avukat listesinde adı var mı yok mu kontrolü yapılıyor.
Muhalif kimlikleri ile bilinen avukatlar hakkında gizli yürütülen soruşturmalar var. Bu soruşturmalarda sadece gizli tanık ifadesi ile avukat arkadaşlarımızın birçoğu tutuklandı ve hala tutuklu durumdalar. Avukatların ev ve ofislerinde hukuka aykırı aramalar yapılıyor. Avukatlık ofisinde aramada savcı ve baro temsilcisi bulunması zorunluluğu uygulanmıyor. Yine KHK’lerle Özgürlükçü Hukukçular Derneği (ÖHD) ve Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD) kapatıldı.
Hukuksuz deliller avukat soruşturmalarında da yaygın olarak kullanılıyor. Polisin avukata karşı hukuk dışı tutumu yüzünden müvekkille özellikle gözaltı esnasında ulaşmak ve hukuki destek vermek oldukça zorlaşmış durumda. İstanbul’da bulunan adliyelerde avukatların savcılar ile iletişim kurabilmelerinin imkanı yok. Çoğu zaman savcı katipleri ile sadece telefon üzerinden iletişim kurarak dosyaları hakkında bilgi edinebiliyorlar. İktidarın kirli ve hukuksuz politikaları müvekkillerimizin hukuksuz uygulamalara maruz bırakılmalarına sebep oluyor. Bu uygulamaları ve müvekkiller açısından yarattığı haksızlıkları mahkemelerde ifade eden avukatlar duruşma salonlarından atılıyor
5- Son yayımlanan KHK ile TTE saldırısı yasalaşmış oldu. Yasa gereği tutsaklar duruşmalara tek tip kıyafet ile çıkarılacak. Bu dayatma ile savunma hakkı şüphesiz engellenmiş olacak. Bu durumun yargı süreçlerine ne tür etkileri olacak?
Av. İbrahim BİLMEZ: Son KHK ile getirilmek istenen bu düzenleme 12 Eylül Faşist Cunta zihniyetinin 2000’li yıllardaki tezahürüdür. Aslında tüm toplumu tek tipleştirmek militerleştirmek isteyen bugünkü iktidarın insanları susturmak, sindirmek amacıyla atmış olduğu yeni bir adımdır. Bu politikalarını hayata geçirmek için de kendilerince toplumun en korumasız, dört duvar arasına kapatıldıkları için imkanları en kısıtlı olan kesimlerinden, tutsaklardan işe başlamaktadırlar. Böylece dışarda kendilerini “özgür” sananlara da hapishaneler üzerinden bir mesaj verilmek istenmektedir. Dışardaki hak ve özgürlükleri her geçen gün kısıtlanan milyonlara hapishaneler hatırlatılarak, kitlelerin atılmış ve atılacak haksız hukuksuz adımlara, uygulamalara ses çıkarmamaları hedeflenmektedir.
12 Eylül döneminde de darbeciler siyasi tutsaklara tek tip elbise uygulamasını dayatmış ama sonuç alamamışlardı. O dönem tutsaklar bu hukuksuz uygulamaya karşı canları pahasına bir mücadele vermiş ve kazanmışlardır. Kimi tutsaklar bu uygulamayı, kendilerine zorla giydirilmek istenen bu kıyafetleri mahkemelerde parçalayarak protesto ederken kimileri de can kayıplarıyla sonuçlanacak açlık grevleri ve ölüm oruçlarına katılmışlardır. Bugün de siyasi tutsaklar, böyle bir dayatma karşısındaki tavırlarının ne olacağını, bu konudaki tartışmalar yeni başladığında kamuoyuna ilan etmişlerdi. Bu hukuka aykırı uygulamayı kabul etmeyeceklerini birçok defa açıklamışlardır. Bu uygulamanın zorla hayata geçirilmek istenilmesi durumunda hapishanelerde ve mahkemelere gidişlerde ve mahkemelerde ciddi sorunların, işkenceye varacak hak ihlallerinin yaşanacağını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Böyle bir durumda zaten bağımsızlık ve tarafsızlık konularında çok kötü bir imaja sahip olan mahkemelerden kimse adil bir yargılama yapmasını beklememelidir. Tek tip kıyafet tartışmaları ve yaşanacak olası sonuçları mahkemelerdeki yargılamaların önüne geçecektir. Hatta bu kıyafetle mahkemelere gelmek istemeyecek tutsakların yargılanma hakları bile ellerinden alınmış olacaktır. Bu tek tip kıyafet uygulaması, insanları peşinen suçlu ilan edip teşhir eden bir uygulama olduğu için masumiyet karinesini de ortadan kaldırmaktadır. Bu kıyafetleri giyen insanlar henüz yargılanıp mahkum edilmemişken topluma suçlu olarak lanse edileceklerdir. Bu uygulamanın AİHS’nin 6. Maddesi aykırı olduğu bir gerçektir. Hükümet bu uygulamadan derhal vazgeçmelidir.
6- Son olarak 696 sayılı KHK ile kimi paramiliter gruplara yasal güvence sağlayan 121. maddeyi hukuki açıdan nasıl anlamak gerekir? Daha önce buna benzer kanun uygulamalarıyla karşılaşıldı mı? Ya da kanuni güvence olmasa da bu tür gruplar gayr-i resmi bir biçimde güvence altında değil miydi?
Av. İbrahim BİLMEZ: Son kararnamenin 121. maddesindeki düzenleme, kelimenin gerçek manasıyla siyaseten de, hukuk tekniği ve mantığı açısından da korkunç bir düzenlemedir. Fakat ne yazık ki bu devletin tarihi açısından bir ilk değildir! Bizler 121. maddede kullanılan dili, 1930’larda Ağrı İsyanı sırasında çıkarılan 20 Temmuz 1931 tarih ve 1850 sayılı “İsyan mıntıkasında işlenen ef’alin suç sayılmayacağına dair kanun”da kullanılmış olan dilden çok iyi hatırlıyoruz. Bu KHK’nin dili 1930’ların, 12 Eylül 1980’lerin dilidir. Hukuk tekniğinden biraz anlayan herkes bu düzenlemenin ne anlama geldiğini ve nelere yol açabileceğini kolayca anlayacak ve haklı olarak kaygıya kapılacaktır. Bu anlamda yükselen tepkiler karşısında Hükümet yetkililerinin bu maddenin sadece 15-16 Temmuz 2016 günlerinde darbecilere saldıran sivilleri kapsadığını söylemesi bir şey ifade etmemektedir. Kaldı ki bir darbeyi bastırmak, suçu engellemek veya suçluları yakalamak isteyenlerin “meşru müdafaa hakkını” ve “zorunluluk halini” kullanabilecekleri Anayasa ve kanunlarda hüküm altına alınmıştır. Bu yüzden başka bir hali ifade eden bu düzenleme derhal geri alınmalıdır. Çünkü söz konusu maddenin dili yoruma yer bırakmayacak bir şekilde “bugün” ve “gelecek” için de anlaşılmaya ve kullanılmaya son derece müsaittir. Mesela düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde bir protesto gösterisinde bir araya gelen yurttaşlara saldıracak ırkçı-faşist güruhlar çok kolay bir şekilde bu insanları “darbeci, devlet-millet düşmanı, terörist” zannettiklerini ileri sürerek 121. maddedeki korumadan yararlanmayı talep edebileceklerdir.
Bu düzenlemenin, özellikle hükümet politikaları sonucunda toplumun son derece kutuplaştırılmış olduğu bir iklimde yapılmış olması ayrıca düşündürücüdür. Bunun bilinçli yapıldığını düşünmememiz için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Esasında halihazırda bir devlet geleneği olarak şoven gruplar cumhuriyet tarihi boyunca kolluk ve yargı eliyle hep korunagelmişlerdir. Bir devlet politikası olarak “cezasızlık” yönteminin nasıl kullanıldığını toplumsal davalardan çok iyi biliyoruz. Maraş’ı, Sivas’ı, Uludere’yi, 90’ların faili meçhul cinayetlerini bir çırpıda saymak bunun için yeterli olur herhalde. Hükümetin böyle özel bir düzenleme yapmasının sebebi olsa olsa bu gruplara daha fazla, sözde legal koruma sağlayarak sırtlarını sıvazlamak ve mesaj vermektir. Bu durumda, yakın gelecekte bu grupların daha fazla kullanılabileceği, sivil insanlara saldırı ve linç olaylarında artış olabileceği konusunda kaygılanmak yersiz olmayacaktır.