Kaz Dağları’ndaki doğa tahribatıyla birlikte çevre sorunu eni konu gündem oldu. Kapitalizmin iklim üzerindeki geri dönüşümü olmayan yıkımı artık daha yakıcı biçimde hissediliyor. Kapitalizmde yeni bir boyut kazanan çevre sorunu kimilerine göre sınıf mücadelesinin önüne geçiştir. Zira sorun halkların yaşamını ve yaşam alanlarını tehdit eder hale geldi. Çevre, ekoloji, iklim konusunda geniş bir kesimde duyarlılık söz konusu fakat bu duyarlılık sorunun asıl merkezine odaklanmaktan uzak duruyor. Kaz Dağları somutunda da görüldüğü üzere on binlerin tepkisi kapitalist sisteme ve devlete yönelmek yerine maden tekeli ve hükümetle sınırlı tutulmaktadır. Oysaki Kaz Dağlarındaki sorun, maden tekeli ve hükümeti aşan daha büyük ve kapsamlı bir sorundur.
Komprador Türk burjuvazisinin sermaye birikimini arttırmak amacıyla önüne koyduğu hedeflerin başında maden aramaları geliyor. Bu amaç doğrultusunda yasal düzenlemeler de yapıldı. Komprador kapitalizmin niteliğinden dolayı, maden sahaları emperyalist talana açılmış oldu. Son yıllarda maden arama çalışmaları hızla yaygınlaştırılarak ülkenin dört bir yanı delik deşik edildi. 1923-2003 arası bin 168 maden ruhsatı verilirken, 2003-2018 arasında ise 150 bin maden ruhsatı verildi. Bu rakamın kendisi dahi doğanın, emperyalist sermaye ve komprador kapitalizme peşkeş çekildiğinin ifadesidir.
Maden aramalarının yoğunlaştığı çalışmalar değerli madenler üzerinedir. Bu madenlerin başında kuşkusuz ki altın geliyor. Türkiye’de altın madeni rezervinin 6 bin 500 ton, parasal değerinin de 250 milyar dolar olduğu belirtiliyor. 2018 yılında 27 ton altın üretimi yapılırken, yıllık altın ithalatı da 160 tona çıktı. Mevcut altın pazarı maden tekellerinin azami kar hırsını arttırıyor.
Kaz Dağları altın madeni aramaları yıllardır için gündemden düşmedi. Kanadalı altın tekeli Alamos Gold’un faaliyete başlamasıyla kaçınılmaz son gerçekleşmiş oldu. Alamos Gold 2006 yılından beri Türkiye’de. Kaz Dağları’ndaki arama çalışmaları sonucunda 3 milyon ons (1 ons 31 grama denk) altın buldu. 100 milyon dolar yatırım yaparak, 2013 yılında kazı yapmak için (doğayı katletmek için) ruhsat aldı. Bugün Doğu Biga Madencilik adlı “Türk” ortağı ile Kaz Dağları’nda 200 bin ağacı keserek, 15 yıl sürecek siyanürlü altın üretimine başladı. Bu doğa katliamından (suların siyanürle zehirlenmesi de cabası) devletin kasasına girecek olan miktar 175 milyon TL. Devlet ise şirkete yıllardır yatırım katkısı, vergi indirimi, faiz desteği gibi her türlü kolaylığı sağlıyor; üç kuruşa beş köfte misali.
Doğanın talan edilmesi Kaz Dağları’yla da sınırlı değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı 1102 maden sahasının ihaleye açıldığını duyurdu. Bu maden sahası sis alanlarını, milli parkları, tarihi yerleri, doğal güzellikleri, endemik bir türlerini, dünyada sayılı olan Longoz gibi ormanlık alanları içine alıyor.
Kaz Dağları somutunda da görünen kapitalizmin azami kâr için yapmayacağı şeyin olmadığıdır. Son 200 yılda dünya sıcaklığı hızla arttı. En büyük göller kurudu. En büyük ormanlar yok olmakla yüz yüze. Okyanus ve denizlerdeki kirlilik hat safhada. Nehirlerden zehir akıyor. Sera gazı salınımı küresel ısınmaya neden oluyor. Dünya halklarının ölüm sebeplerinin başında hava kirliliği geliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre 2016 yılında 7 milyon kişinin (600 bini çocuk) erken ölmesinin nedeni hava kirliliği. Bilim insanları iklim değişikliğinde geri dönüşümü olmayan noktaya hızla yaklaşıldığını vurguluyor.
İklim krizinin ardındaki temel olgu kapitalizmin aşırı üretim ve azami kâr hırsıdır. Dünyanın her yerinde doğa emperyalist tekellerin talanıyla karşı karşıya. Petrol, doğalgaz, kayagazı, altın, bor, nikel ve diğer madenler azami kar hırsıyla yeryüzüne çıkarılırken doğa geri dönüşü olmayacak şekilde tahrip ediliyor. Kapitalizmin enerji kaynaklarına duyduğu ihtiyaç doğayı yok ediyor. Öyle ki doğanın bir yılda ürettiği 7 ayda tüketilir hale gelindi. Dünya, kapitalist aşırı üretim ve kâr hırsına yetişemiyor. Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı kesiyor.
Doğanın bu emperyalist talanına ve iklim krizine karşı tepkiler giderek büyüyor. Dünyanın birçok yerinde çevre eylemleri yapılıyor. Yapılan eylemlerin temel nedeni kapitalizmin dünyayı artık yaşam alanlarını tehdit eder noktaya getirmesidir. 15 yaşındaki İsveçli Greta Thunbery ise bu eylemlerin sembolü haline geldi. Greenpeace’nin “sansasyonel” eylemleri ise en bilinen eylemlerdir. Çevre mücadelesi Almanya’da maden ocağını basan çevreciler örneğinde olduğu gibi “radikal” biçimlerde alabilmektedir. Aydın ve sanatçıların tepki ve çağrıları da bu listeye eklenebilir.
Bu eylemlerin ortak yanı çevre sorununu kapitalizmden ve sınıf mücadelesinden bağımsız görmeleri ve ele almalarıdır. Kaz Dağları için yapılan yürüyüş ve ülkedeki diğer çevre eylemlerinde de aynı durum söz konusudur. Çevre sorununa yaklaşım sınıfsal bakıştan uzaktır. Kapitalist sistemi ve onun zor aracı devleti karşısına almadan yapılan çevrecilik, sorunun çözümünden uzak vicdan rahatlatmacılıktır.
Kaz Dağları eyleminin içeriği, taşınan dövizler, eylemi örgütleyen ve destek verenler gibi olgulara bakıldığında eylemin düzen içi bir eylem olduğu görülecektir. CHP ve İP (İyi Parti)’in çevreciliği ise sonu belli bir durumdur. Halkın tepkisini görerek bu tepkiyi düzen içine çekme gayreti çevrecilik değildir. Her iki düzen partisi de komprador burjuvazinin bir kesiminin temsilcisidir. Türkiye’deki çevre sorunun baş sorumlusunun komprador burjuvazi olduğu düşünüldüğünde CHP ve İP’in çevreci olmadıkları görülecektir. Sorunlar sorunu yaratanlar tarafından çözülmez. Kapitalistin yarattığı sorunları kapitalizmi savunanlar tarafından çözülmez. Tansu Çiller döneminde İçişleri Bakanı olarak T. Kürdistanı dağlarını yakmaktan onur duyan M. Akşener’in çevrecilikle bir alakası yoktur. CHP ve İP’yi çevreci yapan kesilen 200 bin ağaç değildir. Kitlelerdeki tepkiyi AKP karşıtlığı ile bütünleştirerek kendi safına çekip muhalif gücünü arttırmaktan ibarettir. Oysaki mesele ne AKP karşıtlığını körüklemek ne de Tayyip Erdoğan’la ilgilidir. Mesele AKP/Erdoğan’ı da aşan daha kapsamlı bir meseledir. CHP ve İP, Kaz Dağlarını politik malzeme olarak kullanmaktadır. AKP karşıtlığını körüklemek; AKP/Erdoğan’ı sıkıştırmak; halktan yanaymış gibi gözükerek ciddi bir oy potansiyeli yaratmak; iktidara gelmenin bir aracı olarak görmekte ve değerlendirmektedir. Tersinden düşünüldüğünde, bugün iktidarda kendileri olsaydı, sermaye temsilcileri olarak bugün AKP’nin yaptığı açıklamaların aynısını kedileri yapıyor olacaktı. Burjuva iki yüzlülüğü CHP ve İP çevreciliği ile bir kez daha sahnelenmektedir.
Ezen sınıf ile ezilen sınıfın çevre sorununa bakış açısı aynı değildir, olamaz da. Ezen sınıflar, sorunu sistem sorunu olarak görmezler. Hatta sorun olarak dahi görmezler. Bakış açılarının merkezinde azami kar vardır. Politikadaki temsilcilerinin “muhalifliği”nin özünde ranttan alınacak pay veya iktidar kavgası oluşturur. Ne sisteme, ne de azami kara tek kelime dahi etmezler. CHP ve İP’in “muhalifliği” bunun açık kanıtıdır. Tek suçlu Erdoğan’dır onlar için! Suçlu kapitalist sistem ve onun savunucuları ve temsilciliğini yapanlardır. Mesele AKP/Erdoğan meselesi değildir. Bu nedenle Kaz Dağları’nı görürler fakat Orduyu, Hasankeyf’i, Munzur’u, Murat Dağı’nı ve ülkenin delik deşik edilen birçok köşesini ve tabii ki cayır cayır yakılan T. Kürdistanı’ndaki dağları görmezler. Ezilen sınıflar ise tam tersi bir noktada konumlanır. Sorunu bir sistem sorunu olarak görür ve mücadelesine de bu bakış açısı yön verir. Sorunun çözümünde kapitalizmi ve devleti doğrudan karşısına alır. Kötü olanın sadece yöneticiler olmayıp bizzat sistemin kendisi olduğunu ortaya koyar. “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” der.
Bu anlamıyla ezilen kesimlerin yanında olduğunu söyleyen HDP’nin çevre sorunundaki tavrı dikkat çekicidir. Sorunu doğru teşhis edip kapitalizme vurgu yaparken, kapitalizmi ve onun zor aracı olan devleti karşına almamaktadır. Daha özlü bir ifadeyle sorunun çözüm yöntemine gelindiğinde liberalizme demir atmaktadır. HDP de CHP ve İP ile aynı söyleme düşerek, sorunun sistem sorunu olduğunu gördüğü halde, hükümete yönelmektedir. Dolayısıyla ezilen ve sömürülen kitlelerin öfkesini liberal çizgiyle düzen içine çekmektedir. Her derde deva olan demokrasi mücadelesi ön plana çıkarılırken, özünde sorunların kapitalist sistemde çözüleceğinin teorisi yapılmaktadır. Demokrasiyi ihtiyaç olarak ortaya çıkaran sınıflı toplumda egemen sınıfları -onun iktidarını- hedef almayan bir mücadele hiçbir soruna çözüm bulamayacaktır.
Yine ezilen sınıf cephesinde, kendini politik özne olarak konumlandıran kimi devrimci yapılarda “yeni” bir yaklaşım söz konusudur. Çevre sorununun kapitalizmde almış olduğu boyut, iklim krizinin daha fazla gündem olması, kitlelerde yarattığı tepki ön plana çıkarılarak başlıca çelişmeler arasına alınması söz konudur. Böylece çevre sorunu ve soruna karşı mücadele sınıf mücadelesinden koparılmaktadır. Ayrı bir mücadele alanı haline getirilerek sınıfsal yanı budanıp kimlik siyasetine dönüştürülmektedir. Sınıf mücadelesinin çevre sorununu ve bunun için mücadeleyi kapsamadığı ön kabulüyle “yeni” mücadele alanı “keşfedilmektedir” (!) Kimlik siyaseti ya da sivil toplumculuk yeni değildir. Marks’tan günümüze kadar değişik biçimleriyle karşımıza çıkmaktadır. Biçimi ne kadar değişse de özü hep aynı kalmaktadır. Sistemin kendisini bir sorun olarak görmeyip, sistemin yarattığı sorunları ön plana çıkararak sömürücü düzene karşı mücadele etmek, Don Kişot’un yel değirmenlerine karşı mücadele etmesiyle eş değerdir. Dahası kimlik siyaseti devrimci mücadeleye elveda demenin ilk duraklarından biridir. Çevre sorunu özgülünde kimlik siyaseti veya başlıca çelişme belirlemesi soruna yaklaşım ve çözümü noktasında sınıfsal bakıştan uzaklaşıldığının söze yer bırakmayacak derecede yalın ifadesidir.
Konu bağlamında öne çıkan bir diğer olgu, reformist çevrelerin 6. Filo göndermeli anti-emperyalist söylemidir. “Altın-cı Filo” pankartıyla ’68 kuşağının anti-emperyalist mücadelesi açıktan deforme edilmektedir. Anti-emperyalistliğin içi boşaltılarak emperyalist tekellere karşı mücadeleye indirgenmektedir. Devleti karşısına alamayanların şaşalı lafazanlıkla yaptıkları anti-emperyalist mücadele değildir. Faşizme karşı mücadeleden koparılan anti-emperyalist mücadele özünde milliyetçi ve şovenisttir. Anti-emperyalizm, sistemi ve sistemin tüm aygıtlarını reddeden ideolojik tavır almaktır. 6. Filo eylemliliğini, ideolojik ve sınıfsal duruşunu hatırlatanlar ne yazık ki 6. Filo eyleminin ne sınıfsal ne de ideolojik duruşuna sahiptirler. Öyle ki Kaz Dağları’nı katleden maden tekelinin iş makinelerine bir taş dahi atamayan bir “anti-emperyalistlik” söz konusudur. Çevre sorunu düzen içi mücadele ile çözülecek bir sorun değildir. Maden aramaları, emperyalist sermaye ve komprador kapitalizmin çıkarları doğrultusunda bir devlet politikası olarak sürdürülmektedir. Bunu görmeyenler daha doğrusu sınıfsal karakteri gereği görmezden gelenler, devlete karşı hiç laf etmeden, faşizmi ağzına almadan emperyalist tekellere “Yankee go home” demeyi çevrecilik ve anti-emperyalizm sanıyor. Bu tavırları, reformistlerle CHP arasında bir farkın kalmadığını bir kez daha göstermiştir. Düzen partilerinin anti-emperyalistliği ne ise reformistlerinki de odur. Düzen içi anti-emperyalizm! Ne müthiş!
Çevre sorununa karşı mücadele devrim mücadelesi karşısındaki konumlanışı göstermesi açısından önemlidir. Devrimci öznelerin dahi pratik politikalarında liberalizmin yoğun etkisi görünmektedir. Diğer sorunlarda olduğu gibi çevre sorununda da liberal yaklaşımlar söz konusudur. Çevre sorununa karşı mücadele anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleden bağımsız ele alınamaz. Ona devrimci niteliğini veren anti-faşist ve anti-emperyalist mücadeledir. Bu ikisinden koparıldığında geriye hiç bir şey kalmaz. Kaz Dağları’nda ağaç katliamı yapan maden tekelleri buz dağının görünen kısmıdır. Mücadelenin yöneltilmesi gereken yönü maden tekellerini yaratan ve onları koruyup kollayan kapitalist sistem ve zor aygıtı devlettir. Bu anlamıyla, çevre sorununa karşı mücadelede, Proletarya Partisi’nin ‘90’lı yılların sonunda Bergama’da altın arayan maden tekelinin İzmir’deki ofisini bombalaması devrimci mücadele açısından oldukça önemli bir eylemdir. Eylemin hedefi açık ve nettir. “Altın-cı filo”ların lafla kovulamayacağının göstergesidir.
Kaz Dağları’ndan Kanadalı maden tekelini kovmak çevre sorunu için çözüm değildir. İnce Memed’in tek tek ağaları öldürmesinin çözüm olmadığı gibi. Sırada bekleyen ve Alamos’un yerini almak isteyen onlarca çok uluslu şirket var. Çevre sorununa karşı mücadele Alamos’lara değil Alamos’ları yaratan sisteme yönelmek, hedef almak zorundadır. Asıl mesele, sineklerle uğraşmak değil bataklığı kurutmaktır
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 5 Eylül 2019 tarihli 43. sayısından alınmıştır.