Her güne kadınların katledilmesi, şiddete maruz kalması, kaybedilmesi ve diğer saldırılarla başlarken çocuklara yönelik saldırılar da artarak devam ediyor. Cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelemizde kadınlara, çocuklara yönelen saldırılar karşısındaki konumlanışımız da çok daha önemli bir nitelik taşıyor. Çocukların maruz bırakıldığı şiddet başlı başına bir olgu iken bu şiddetin kamuoyuna yansıtılması ise mücadelenin parçası olarak göz önünde buldurmamız gereken çok ciddi bir saldırıyı barındırıyor. Bu kapsam da RTÜK tarafından “evlilik programları”nın sözde kaldırılmasının ardından burjuva-feodal medya tarafından gündüz kuşağı adı altında kadınlara yönelik yapılan programlar; “kayıp arama/bulma” içeriğiyle devreye sokulmuş ülkenin tüm alanlarında yaşanan özellikle aile içinde yaşanan cinayet, istismar, tecavüz vb. gibi kadınlara ve çocuklara karşı işlenen suçların magazinsel bir biçimde servis edilmesi yeni bir biçim almıştır. Bu programlar özellikle son dönemlerde birçok çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddetin gündem olduğu bir durumu da beraberinde getirmiştir. Ancak kadına ve çocuğa karşı işlenen suçların nasıl konu edildiği çok önemlidir. Burjuva medya tarafından yayınlanan bu programların temel amacına baktığımızda yaşanılan ve anlatılan olayların toplumsal olarak hangi kesime hitap ettiğinden öte neyi nasıl sunduğu, esas olarak amacının ne olduğu ve tüm topluma neyi kanıksattırdığına dikkat çekmek gerekmektedir.
Bu programlar niteliği bakımından “çözüm noktasını”, “kurtarıcısını”, “kahramanını”, “gerçekleri gün yüzüne çıkardığını”, “doğru yol ve yöntemi sunduğunu” iddia ederek kendini pazarlaması, üzerine düşünülmesi gereken çok önemli noktaları ifade etmektedir. Zira bu programlar eliyle de topluma mesajlar verilmektedir. Elbette bu kitlenin büyük çoğunluğunu ev emekçisi kadınlar oluşturmaktadır. Bu programlarda “aydınlatıldığı” iddia edilen “olaylar” devletin çeşitli kurumlarının eliyle eşgüdümlü yürütülen, daha başından ne olduğu bilinen ve açık şekilde failleri gizlenen, korunan, devletin tüm olanaklarıyla teşvik edilen suçlardır. Böylesi televizyon programları burjuva medyanın diğer tüm çalışmalarında olduğu gibi kitleleri uyuturken ortaya çıkan şiddeti kâr amaçlı kullanan bir içeriğe sahiptir. Sistemin çıkarları doğrultusunda üretilmiş bu programlar, çürümüş burjuva-feodal kültürün üretim ve geliştirme alanları olarak işlev görmektedir. Olaylar abartılı ve büyük bir pişkinlikle sunulurken magazinsel bir biçimde anlatılır ve sorunun esasının karartıldığı sistematik, politik ve sınıfsal niteliği çok yönlü olarak çarpıtılır. Kadına ve çocuğa karşı işlenen suçların kaynakları karartılırken işlenen suçlar topluma kanıksatıldığı, normalleştirildiği bir nitelikle sunulur. Bu programlar “sayesinde” açığa çıkarıldığı iddia edilen istismar suçundan biri Müslüme bebeğin kaybolmasıdır. Mersin’in Gülnar ilçesinde 10 Kasım’da kaybolduğu belirtilen Müslüme bebeğin cansız bedeni, 19 Kasım’da bulunmuştu. 2018 yılında cansız bedeni bulunan Leyla Aydemir bebek ile ilgili yapılan tüm haber ve programlarda işlenen suç aynı içerikte sunulmuş, çocuk istismarı adli vakalar olarak yansıtılmış, suçlular açığa çıkarılmaya çalışılırken, münferit olaylar olarak kriminalize edilen bir boyut kazanmıştı. Tüm bu istismar olaylarında devlet ve devletin tüm kurumları bu olayları açığa çıkaran, suçluları yakalayan, istismarı önlemek için tüm olanaklarını seferber eden olarak lanse edilirken devletin istismar suçlarındaki gerçek rolünün üstü örtülmeye çalışılmıştır.
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nü geride bıraktığımız bu günlerde gündem olan Müslüme bebek kadınlara ve çocuklara yönelik yaşanan cinsel şiddet ve istismarın boyutunun nasıl bir düzeyde olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Cinsel şiddet dediğimiz durumun tek başına sokakta, işte, dışarıda yani kamusal alanda yaşanmadığı özel alan diye tanımlanan “aile” kurumunun içerisinde yaşandığını karşımıza çıkarmaktadır. Kadınlar ve çocuklar erkek egemen devlet tarafından en güvenli alan olarak kutsanan “aile” yapısının içerisinde şiddetin birçok çeşidine maruz kalmaktadır. Bu aile yapısının içerisindeki toplumsal rollere dikkat kesildiğimizde “en güvenli” alanlar olmadığı tersine cinsiyet eşitsizliğinin üretim alanı olduğunu görürüz. Ailenin, erkek egemen burjuva feodal toplumun bekası olarak işlev gördüğü açık şekilde görülmelidir. Müslüme ve Leyla bebeğin katledilmesi, cinsiyet eşitsizliğine karşı mücadelenin sisteme yönelmek zorunda olduğunu bir kere göstermektedir. Bunun için de sistem alaşağı edilirken onun dayanağı olan burjuva feodal aile yapısının yerle bir edilmesi gerekliliğini açığa çıkarmaktadır. Aile içerisinde cinsel saldırıya uğrayan kadın ve çocuklara yönelen şiddet türlerinde sıradan ve normal olarak kanıksatılması noktasında, fail olan erkeğin en yakınındaki kişi olması mücadelenin zorluklarından başka bir yön olarak anlaşılmalıdır. Çünkü bu durum şiddete uğrayan kadın ve çocukların mücadele etmeleri gereken başka bir zorluktur. Bu nedenle aile içerisinde en yakınlarındaki kişiler tarafından cinsel saldırıya maruz kalan kadın ve çocuklar yaşadığı cinsel şiddeti gizlemektedir. Anlatmaları durumunda açığa çıkan utanma, suçlanma, dışlanma ve kendisine kimsenin inanmayacağı ve daha fazla cinsel saldırıya maruz kalacağı korkusuyla yaşananlar gizlenmektedir. Feodal toplumların temel özelliği olan aileyi koruma adına kadın ve çocukların her türlü saldırı ve şiddete karşı susturulması “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla meşrulaştırılmaya ve yeniden ve yeniden üretilmeye devam ettirilmektedir.
Müslüme bebeğin ve annesinin maruz bırakıldığı cinsel şiddet aile içinde yaşanan saldırıların devletin ve devletin sahibi sınıfların iki yüzlü politikalarının yansımasıdır. Erkek egemen devlet, yaşanan bu istismarları cezasızlık politikalarıyla sürdürerek kendi varlığının dayandığı toplum yapısını korumaktadır. Leyla Aydemir’in faillerinin serbest bırakılması bunun bir örneğidir. Devlet bekasının korunmasının temeli olarak gördüğü ailenin korunması noktasında sadece cezasızlık politikalarıyla yetinmemektedir. Ensar vakfında istismara uğrayan çocuklar için sözcüleri aracılığıyla ifade ettiği gibi “bir kerecikten bir şey olmaz” diyecek kadar istismarı, cinsel şiddeti meşrulaştırabilmektedir. Yaşamımızın içinde bulunan tüm bu saldırılara karşı sistemin dayandığı tüm kökleri söküp atmalı, yaşamımızı ve geleceğimizi kurmak için örgütlü mücadelede birleşmeliyiz.