Partizan temsilcisi Eylem Kesgin’in sendika.org’a verdiği röportajı okurlarımız için derledik.
19 Mart’ta başlayan süreç ve 1 Mayıs tartışmalarına dair değerlendirmelerde bulunan Kesgin sadece kitlelerden gelen cüretli bir karşı koyuşun devletin saldırılarını engelleyebileceğini ifade etti.
sendika.org sitesinde yayımlanan röportajın tamamı şu şekilde:
“EGEMENLERİN SALDIRILARI KİTLELERDEN GELEN CÜRETLİ BİR KARŞI KOYUŞLA DURULABİLİR”
Bu atmosferde 1 Mayıs’a giderken karşı karşıya olduğumuz manzaraya ilişkin değerlendirmeniz nedir?
Bu soruya iki farklı açıdan, yönetenler ve yönetilenler açısından bakarak yanıt verilmeli. İki farklı açı bize farklı bilgiler verir.
Yönetenler açısından durum sürekli olarak kötüye gitmekte. Ekonomik şartlar düzelme emaresi göstermezken ülkenin doğrudan etkilendiği bölgesel şartlar da yönetenlerin eski söylemlerini, politikalarını boşa düşüren sonuçlar üretiyor. Bu iki şart başta olmak üzere bunlarla doğrudan veya dolaylı birçok sorun yönetenlerin “yönetme kabiliyetini” ciddi derecede geriletmiş durumdadır. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçilirken egemen sınıflar zorluklarla, dolayısıyla belirsizliklerle dolu yeni döneme hızlı yanıtlar geliştirebilecek bir sistemi tercih etmişti. Biz bu tercihin sınıfsal olduğunu, bireylerle açıklanamayacağını ileri sürerek söz konusu hükümet sisteminin de ezilenlerin sorunlara çözüm olamayacağını savunduk. Egemenlerin çıkarları kesin bir şekilde emperyalizme ve bölgesel gericiliği bağlıdır. İktidarda hangi parti olursa olsun, devleti kişi olarak “kim” yönetiyor olursa olsun devletin politikaları emperyalizme ve bölgesel geriliğe angajedir, dolayısıyla halka ve genel olarak bölge halklarına dayanan bir irade söz konusu olamayacaktır.
İçinde olduğumuz koşullar bunun bir kez gerçekleşmesinden ibarettir. Tüm “milliyetçi” ve hatta “ümmetçi” söylemlerine rağmen bugünkü iktidar da aynı batağın içinde debelenmektedir. Bölge halklarının da ülkemiz halkının da varsa beklentileri boşa düşmüştür. Hakeza iktidarın dümeninde bulunanların da hemen tüm iddiaları boşa düşmüştür. Suriye’de yaşanmakta olanlar bunun ispatıdır. Filistin halkının yaşadığı ağır zulüm, Lübnan halkının yaşadığı ağır bombardıman ve devam eden işgal bunun açık ispatıdır. Bunun sayısız örneği var. Bölgede yaşananlar iktidar blokunda yer alanların iddialarının boşa düştüğünü göstermekle birlikte eklemeliyiz ki ne egemen sınıflar ve ne de söz konusu blok durumdan memnun değildir. Aksine süreç emperyalizmin çıkarlarının gerçekleşmesi biçiminde ilerledikçe bunlar da süreçten nemalanmaya devam ediyorlar. Arkalarında henüz güçlü bir destek olduğunu görmemek ya da inkâr etmek mümkün değildir. Zira ülke içinde iktidar blokunun desteği gözle görülür bir biçimde düştüğü halde, ekonomide kriz derinleşerek ve dönüşsüz bir batakta ilerlemeye devam ettiği iktidar blokunun yönetiminde ısrar edilmektedir. Elbette bunun bir sonu olacak ve bu hissediliyor. Fakat henüz “at değiştirmekten” imtina edildiği de bir gerçek.
İktidar bloku ve egemenlerin esası bu koşullar altında devrimci-demokratik her hareketi, eğilimi ve kendiliğinden ortaya çıkan her yönelimi boğmaya çalışmaktadır. Bunu da bugün tek seçenek olan şiddet yoluyla gerçekleştiriyor. Ne siyasî kabiliyeti bunun dışında bir yol için yeterli ne de ekonomik koşulları. Dolayısıyla iktidar blokunda somutlaşan politikasıyla egemenler “tek seçenek” olarak şiddet yoluna başvurmakta. Bunun devam edeceğini öngörüyoruz. Bunun karşısında sadece kitlelerden gelen cüretli bir karşı koyuşla durulabilir. Bir devrim değil elbette; ama bir geri adım attırma şansımız varsa eğer bunun tek dayanağı kitlelerin son dönemde daha açıktan gördüğümüz, gelişme emareleri de gösteren öfkesi, değişim isteğidir.
Bu isteğin yeni olmadığını söylemeliyiz. Uzun bir zamandır bu istek vardır. Ne var ki bu isteği açığa çıkaracak, birleştirecek, örgütleyecek araçların eksikliği ve yetersizliği bugünkü sonuçları üretmiştir.
19 Mart ile başlayan şeyin olağanüstü, “hiç” beklenmedik olduğu bu anlamda söylenemez. Nehir bir gecede donmaz. Bununla birlikte 19 Mart’ta gerçekleşen özel bir durum vardı. Üniversite gençliğinin “barikat yıkan” öfkesi! Üniversite gençliğinin ortaya koyduğu eylem geniş kitlelerde uzun bir süredir var olan öfkenin veya değişim isteğinin oradaki tezahürüydü. Bu nedenle kitleler bu eylemi esasta coşkuyla karşıladılar. Bir korku, endişe söz konusu değildi. Sadece Saraçhane’de değil tüm ülkede bu coşkunun varlığına şahit olundu. Bu da bizi sorunuza vereceğimiz yanıtın ikinci kısmına götürmekte. Karşı karşıya olduğumuz manzara kitleler açısından değerlendirildiğinde bir şeylerin değişmesi gerektiğine yönelik açık bir tutum görüyoruz. Kitleler örgütsüzlüğün, önderlikten yoksunluğun, iktidar blokuna mecbur kalışın ve mevcut siyasî araçların kendisi için hiçbir şey ifade etmemesinin acısını yaşamaktadır. Özellikle örgütsüzlük belirleyici bir sorundur. Ne siyasî partiler ne sendikalar ne de diğer örgütsel araçlar onlar için işlevlidir. Her biri bir şekilde egemen sınıfların ve dolayısıyla iktidar blokunun denetimine girmiş durumdalar. Kendi başlarına, dayandıkları toplumsal kesimlerin çıkarları doğrultusunda davranabilmeleri mümkün görünmemektedir. 19 Mart’ta, saldırı doğrudan “kendilerine” olduğu için görünürde güçlü bir muhalefet sergilemeye başlayan CHP’nin izlediği yolu hepimiz gördük, görüyoruz. Onlardan beklenecek muhalefet bundan ötesi olamaz. Bir devrim değil, “basit” bir düzen içi değişim için ayağa kalkmaya hazır kitlelere “kalkmayın, biz halledeceğiz” demekten öte bir muhalefet anlayışları yok ve olmayacaktır da. Kitleler başta ekonomik olmak üzere her düzeyde ciddi bir baskı yaşamakta ve özellikle de bıkkınlık göstermektedir. Yaşamın bu şekilde sürdürülemez olduğuna dair bir kanaat gelişmiş durumda. Bunun için ne yapmak gerektiğini bilmemekle birlikte hareket etmeye, toplu bir şekilde cüret etmeye açıklar. 19 Mart süreci bunu göstermiştir.
Özetle yönetenler için manzara kitleleri daha da öfkelendirmeye açıktır. Saldırmaya, özellikle de ekonomik olarak halkın üzerine çökmeye mecburlar. Onlardan istenen ve onların yapacağı şey bundan ibarettir. Kitleler ise tahammül sınırlarının zorlandığını açık bir şekilde gösterdiler ve sınırlı bir değişim için eyleme geçmeye hazırlar.
Şunu tekrar ederek yanıtımızı tamamlamış olalım: bu bir “tek adam” yönetimi sorunu vs. değildir. Bu tamamen egemen sınıfların ve emperyalizmin çıkarlarının gerektirdiği bir yönetim sorunudur. Yerine “parlamenter sistem” geldiğinde egemen sınıflar dümende bulunanlardan aynı saldırıları gerçekleştirmelerini isteyecekler. Belki bu saldırılarında daha başarısız olacaklardır; ama saldıracaklardır. Kitleler bu gerçeği defalarca yaşadıkları için bilmekteler. Genç nesil de bir süredir bu gerçeği yaşamakta ve öğrenmektedir. Bu da örgütlenmenin nasıl olması gerektiğine dair özel bir veri olarak değerlendirilmelidir.
“GENÇLİĞİN DEVRİMCİ HAREKETE SUNDUĞU GÜÇLÜ BİR DENEYİM SÖZ KONUSU”
Eylemlerin ve katılanların nitelikleri ışığında sosyalistler bu süreçte ne yapmalı, nasıl bir tutum almalı?
19 Mart itibarıyla harekete geçen kitlelerin niteliği hakkında söylenmesi gereken ilk şey örgütsüzlükleri ve önderlik sorunu yaşadıklarıdır. Eylemlere de yansıyan kitlelerin bu özellikleridir. Öncelikle şunu ifade etmeliyiz: bu örgütsüzlük ve önderlik eksikliği kitlelerin cüretine, ürettikleri eylem biçimlerine, taşıdıkları sembollerin çeşitliliğine ve hareketle çelişkili içeriklerine vs. asla gölge düşürmez. Hem eylemler hem de eylemlerin yaratıcısı kitleler devrimci hareket için, özel olarak bizim için öğretici bir deneyim sundular. Gezi İsyanı için söylediklerimiz bu eylemler için de geçerlidir.
Harekete çok geniş bir katılım olduğunu özellikle belirtmeliyiz. Bu da ülkedeki toplumsal sorunların, derinliğinden ayrı olarak zenginliğine işaret eder. Dolayısıyla bu hareket çok zengin bir alt yapıya sahip. Uzun süre ve tutarlı bir şekilde devam edemeyeceğini de bundan hareketle ileri sürebiliriz.
Harekete nitelikleri bakımından üniversite gençliğinin damga vurduğunu görüyoruz. Bunun da anlaşılır birçok nedeni var. Her ne kadar eğitim süreçleri hem bilimsel eğitim bakımından hem de toplumsal ilişkilerin yoğunluğu bakımından ciddi bir şekilde yıkıma uğratılmış olsa da üniversite gençliği toplumun “aydın” kesimi olmayı sürdürüyor. Gençliğin dinamizmi ve onlarda sürekli mevcut olan gelecek umudu ne olursa olsun aldıkları eğitimle birlikte bir “aydın” kimliği şartı oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu harekete üniversite gençliğinin damgasını vurması gayet normaldir. Bu, ne hareketin gençlik eylemlerinden ibaret olduğu biçiminde bir yoruma neden olmalıdır ne de üniversite gençliğini aydın rolünün hiçe sayılmasına. Toplumsal süreçlerde geniş kitlelerin yönelimi hakkındaki ilk verileri üniversite gençliğini inceleyerek de toplamak mümkündür. Nihayetinde söz konusu gençlik kitlesi toplumun bir parçasıdır ve toplumun yaşadığı sorunlar onlarda yankı bulur. Üniversite gençliği ile geniş kitleler arasında derin bir uçurum varmış gibi değerlendirmeler yapmak olsa olsa toplumsal hareketten çekinen veya ondan hiçbir şey anlamayanların işi olabilir. Biz, aksine üniversite gençliğinin “güçlü” eyleminin ilk sorunuza verdiğimiz yanıttaki gerçeklerden kaynaklandığını düşünüyoruz. Bu nedenle bu gençlik eyleminin öğreticiliğinden sonuna kadar yararlanmak gerektiğini savunuyoruz.
Bu hareketin ve özellikle de gençliğin devrimci harekete sunduğu güçlü bir deneyim söz konusudur. Bundan öğrenmek ilk görevimiz olmalıdır. Biz bu hareketin esas unsurlarının toplumun “ileri kesimleri” olduğu görüşündeyiz. Dolayısıyla devrimci politikanın da bu kitleler esas alınarak belirlenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu yaklaşımı benimsemeyenler ya da bu yaklaşımda olmayanlar kendi söylemleriyle ciddi bir çelişki içinde kalacaklardır. Gene de şunu ekleyelim: herhangi bir devrimci nüve taşıyan her hareket kaçınılmaz olarak söz konusu ileri kesimlerin coşkusundan, eğilimlerinden etkilenecektir. Bu nedenle kitlelerle yürüme, kitleleri örgütleme yolundayken onlarla bir araya gelme olanaklarımız kalıcıdır. Tabii, bu bekleyeceğimiz bir olay değil. İleri kitleleri esas alan politikalarla yürürken olası ayrışmaların geçici olacağını bilmeliyiz. Sürecin devrimci öğelerini küçümseyen, kitlelerin öğretici pratiğini es geçen çalışma tarzını kesin ve keskin bir üslupla eleştirmek nihayetinde devrimci eylemi daha güçlü hale getirmek içindir. Beraber yürüme olanaklarını daraltmadan bu görev yerine getirilmelidir…
Kitlelerin örgütlemesi ile ilgili ciddi sorunların varlığına şahitlik ediyoruz. Devrimci hareketin bu sorunu eylem içinde, söz konusu hareketi tartışarak ele alması gerektiğini söylemeliyiz. Eyleme geçen kitleler örgütlenmeye kapalı değildirler. Örgütlenme kapısı çalınmıştır, diyerek bu sorun üzerinde durulmalı.
Ayrıca, bu sürecin ciddi bir handikabı ortaya çıkardığını ve bir ölçüde yıktığını söylemeliyiz. Düzen içi arayışların bir sınırı var, düzen partilerinin bir sınırı var. Kitlelerin öfkesinin kitleler için bir hareket üretmesini asla istemeyenler karşımızdadır. Bu süreç çeşitli kimlikleriyle bunları bir kez ortaya çıkardı. Bunlarla ayrışmamız çok açık ve güçlü olmalıdır…
“EN GENİŞ KATILIMLA YÜZÜMÜZ TAKSİM’E DÖNMELİDİR”
1 Mayıs nasıl örgütlenmeli, ne hedeflenmeli?
1 Mayıs tartışmaları esas olarak İstanbul özelinde gerçekleşmekte. Bunun tarihsel ve işçi sınıfının buradaki yoğunluğu ile ilgili nedenleri var. Bunlar bilinmektedir. Üzerinde ayrıca durmaksızın bu kabul ile sorunuzu yanıtlayacağız. Biz bu 1 Mayıs’ta, geçen yıldan devam etmek üzere Taksim hedefinin güçlendiğini görüyoruz. Sadece üniversite gençliğinin ileri kesimlerinden gelen bir talep değil bu, mevcut iktidar blokuna karşı öfkeli olan geniş kitleler de bu talebi haklı bulmaktadır. Sorun buna cüret edecek kitleselliği yakalamaktır. Taksim’in Türkiye işçi sınıfı için taşıdığı önem konusunda hiçbir devrimci-demokratik hareket farklı düşünmediği iddiasındadır. En iş birlikçi sendikanın dahi kabul ettiği bu gerçeklik hakkında “iddiayla sınırlı” kalmak ciddi bir çelişkiye işaret eder. Dolayısıyla iddiamıza uygun davranmak konusunda özenli olmak gerektiğini düşünüyoruz. Taksim, en olmadık zamanda dahi gündemimizde olmuştur. 1 Mayıs’ı Taksim’e taşımak gerektiğini ısrarla savunmaya devam edeceğiz. Bunun olanağını gördüğümüzde “tek seçenek” Taksim olacaktır. Geçen sene de bu sene de kitlenin bir yönelimi olduğunu tespit ediyoruz. Bu kitle “toplumun ileri kesimi” olan kitledir. “Taksim için 1 Mayıs”ı esas olarak bu kitleyle gündeme getirebilir ve geliştirebiliriz. Geçen sene de tartışmıştık: bu bir seferde, senede bir kez yapılacak hamlelerle olmayacaktır. Bu konuda daha ısrarcı ve örgütlü hareket etmek gerekir. Devletin yarattığı abluka ortada ve uzun bir zamandır yaratılmış korku iklimi de ortada. Geniş kitlelerden, sendikaların zincirlerine bağlanmış işçilerden bu süreçte “katılım” beklemek beyhudedir. Taksim 1 Mayıs Meydanı’dır diyen herkes bunun farkında olmalıdır. Taksim’i kimlerle birlikte kazanabileceğimizi doğru tespit etmeliyiz. Ancak bundan sonra, bununla yaratılacak bir hareketle geniş kitleleri bunun mümkün olduğuna ikna edebiliriz. Bugün “acaba” diyenlerle dahi aramıza, onlarla sonra tartışmak üzere, onları da ihmal etmemek üzere bir mesafe koymalıyız. “Taksim halkındır; yasaklanamaz, ablukaya alınamaz” diyerek Taksim için kararlı olanlarla ortak bir hareket yaratmalıyız. Mümkün en geniş katılımla yüzümüz Taksim’e dönmelidir. Geniş kitleleri etkileyeceğini düşündüğümüz bütünlüklü bir davranış içinde olmaya özen göstermeliyiz. 1 Mayıs’ın işçi sınıfının ve onunla birlikte hareket eden ezilenlerin bayramı olduğu gerçeğine uygun davranmalıyız. Onlar adına konuşmuyoruz; ama onlar için konuşuyoruz ve onlar için Taksim diyoruz. Yaklaşımımızın özü budur ve bu olmalıdır… Çağrımızı güçlü kılan bir kitle gerçekliği söz konusu. Haklı olduğumuzu göstermek için bu iyi bir fırsat…