Bir çete reisinde temsil olunan bir grubun saf dışı bırakılmak istenmesiyle devletin zorba ve halk düşmanı karakterini belirleyen unsurlardan biri Susurluk’tan sonra bir kez daha deşifre oldu. Belli bir kesimin şaşkınlıkla karşıladığı, “yeni” veya “olağandışı” denen bu durum bizim için malumun ilanından ibarettir. Devlet henüz kurulma sürecindeyken de, sonrasında da bugün mafya dediğimiz oluşumların desteğini ve hizmetini varlığının bir parçası olarak görmüştür. Susurluk’ta bir kaza sonucu açığa dökülen ilişkiler bugün bir mafya liderinin üstelik pek yurtsever, pek halk taraftarı ve tarih bilgisi ve devlet terbiyesi ile kendisini yetiştirmiş bir edayla çektiği videolarla ortalığa saçıldı. Bir kez daha devletin kimin devleti olduğu ve kimler için çalıştığı sorusunun pratik yanıtları geçmişi, günümüzü ve kavranabildiği ölçüde geleceğimizi aydınlattı.
İçinden geçtiğimiz sürecin zorlukları hakkında bilumum burjuva tayfada uzun zamandır ortaklaşmış bir kanı bulunuyor: AKP ile açıklanan “yeni devlet mekanizması”nın bilindik devlet anlayışından, davranışından, tecrübesinden farklı olduğu, yaşananların cumhuriyet kazanımlarıyla çeliştiği, cumhuriyet düzenine aykırı olduğu ilan edilmektedir. Bunun üzerinden de bu yeni zorbalık düzeninin, yani AKP düzeninin bir geleceği olmadığı ye da olamayacağı savunulmaktadır. Hiç kuşkusuz halk düşmanı ve ileri derecede zorbalığa dayanan bu düzenin bir geleceği yoktur. Nihayetinde halkın çıkarlarıyla temelden çelişmeli bu düzen karşısında halkın öfkesi büyüyecek ve egemen sınıflar halkın öfkesinin yönetebilmek için onu, “yeni” bir hükümete yol vermek üzere alaşağı edecektir! Ne var ki bu düzenin “yeni” değil, bilindik “cumhuriyet düzeni” olduğu gerçeği orta yerde durmaya devam edecektir.
Bu kanının temel nedeni bugün AKP’de somutlaşmış olan faşist kültürün varlığını başından itibaren “tahammül edilemez” bir tür zorbalığa tamamen bağlamış olmasıdır. Burjuva devletlerin gelişen, güçlenen, yeni bir ekonomik yapının başında ve büyük bir hızla dünyaya yayılan devasa bir sermayenin yöneticisi durumunda olan burjuva sınıfının tarihsel birikimine ve tecrübesine dayanan özellikleri ile bizimki gibi ülkelerdeki devlet özellikleri arasında önemli, nitelik bakımından ayırt edici farklar vardır. İbrahim Kaypakkaya bunu özellikle feodal karakterin korunması ile açıklar. Cumhuriyet döneminin farklı hükümetlerinde ama neredeyse sürekli olarak tanık olduğumuz aşırı zorba yönetimlerin temel nedeninin feodal karakterin korunması olduğunu söyler İbrahim. Türkiye’de burjuvazi başından itibaren zayıf bir burjuvazi olduğundan, aynı zamanda emperyalizme bağlı ve feodal yapılarla da işbirliği içinde olmuştur. Her ne kadar özellikle Avrupa ülkelerinde egemenleşen burjuvazinin birikimini ve temel yönetme biçimlerini, geliştirdikleri düzen araçlarını benimsese de bu burjuvazi hiçbir zaman feodal yapıdan ve emperyalizmden ayrı bir yönetme bilincine ve yeteneğine sahip olamamıştır. Bunun temel nedeni kendi başına, bağımsız hareket edebilecek bir güce hiçbir zaman sahip olamamasıdır. Sermaye bakımından, dolayısıyla da bununla somutlaşabilecek ve sağlamlaşabilecek kültür bakımından Türkiye’deki burjuvazi başından itibaren yönetmede zorbalık esasına dayalı bir anlayışla hareket etmiştir. Azımsanmayacak bir kesim sözkonusu zorbalık düzeninin özellikle ilk dönemlerini feodal kesimlere yönelik başvurulması kaçınılmaz şiddet ile açıklamaktadır. Oysa iyi ve bilimsel bir tarih incelemesi bize göstermektedir ki bu zorbalığın mağdurları feodaller olmamıştır. Feodalizm cumhuriyetin kuruluşunda ve başka bir dönemde de hiçbir zaman saldırıya uğramamıştır. Bunun istisnası olabilecek tek örnek Kürt isyanları sırasında kimi feodal unsurların da devlet şiddetine maruz kalmasıdır. Şimdi çok daha iyi biliyor olmalıyız ki bu devlet şiddetinin nedeni de feodal yapı değil, Kürtlerin ulusal yöndeki gelişimi ve dolayısıyla ulusal talepleri olmuştur. Kürt ulusunda varlığını sürdüren feodal yapılar çıkarları gereği ulusal mücadeleye katıldıkları her durumda ağır bir şiddete maruz kaldılar. Avrupa burjuvazisine özenmekte birçok alanda sınır tanımayan Türk burjuvazisi hiçbir zaman devlet yönetiminde başrolü alamadı.
Bugün AKP iktidarında daha önce adı sanı duyulmamış, yeni “burjuvalar”la, sermaye sahipleriyle karşılaşmamız bugüne özgü bir durum değildir. Her dönemin, kurulu ilişkilerle bağıntılı türedileri olmuştur. Bugün özellikle mafyada somutlaşan ama bununla beraber çeşitli sektörlerde gördüğümüz, yakın geçmişten öte tarihi olmayan şirketlerle karşılaşıyor olmamızın temel nedeni hiç kuşkusuz devletin vatandaşlarına sunduğu olanaklardan bir takım “zeki” bireylerin faydalanma becerisi göstermeleri değildir. Bugün olduğu gibi dün de bu “zeki veya şanslı bireyler” devletten beslenmekten başka bir iş yapmıyorlar. Devlet bu unsurlara, zayıf ve bağlı burjuvazisinden ötürü iş yaptırmakta, dolayısıyla “zenginleşmeleri”ne fırsat vermektedir. Feodallerin üretim tarzıyla ve zayıf burjuvaziyle de asla başarılamayacak kapitalist ilerleme bizimki gibi ülkelerde devlet olanaklarının esasta feodal karakterdeki ranta ve talana dayalı özgün bir nitelik kazanmıştır. Toprak devrimi karşısında her zaman gerici bir davranış geliştirmiş Türk egemen sınıflarının bugün mafyada somutlaşan işbirlikleri şaşırtıcı olmadığı gibi bugüne özel de kabul edilemez. Bu gördüklerimiz devletin dayandığı sınıfların kaçınılmaz biçimleridir. Tabii ki Avrupa’da da yer yer bu ilişkilerin varlığına tanık olduk, oluyoruz. İtalya bu bakımdan akla gelen ilk örnektir. Fakat orada bunun istisna olduğu ve tahammül edilmez noktada kesilip atılabildiği bilinmektedir. Zira burjuva devlet sisteminin temeli kapitalist üretim tarzıdır. Kapitalist üretimin gelişim yönü ile çeliştiğinde bu yapılar tahammül edilemez olurlar. Oysa Türkiye’de tanık olduğumuz şey tahammül edilemez olanın ulusal burjuvazinin üretime dayalı gelişimi olmuştur ya da köylülerin toprak talebi! Bugün “çevre sorunu” kapsamında değerlendirilmekte olan toprak, mera, yayla talanına karşı köylü öfkesinin temelinde toprak sorununun olduğu açıktır.
Türkiye’de egemen sınıflar için hiçbir “burjuva kural” veya burjuva ilke yerinden edilemez, değiştirilemez, çiğnenemez değildir. Hatta kapitalist ülkelerde istisna olan bu türden hareketler Türkiye gibi ülkelerde aksine, kuraldır. Bu nedenle buralarda “Anayasa” hiçbir zaman lafzına uygun kurgulanmamıştır. “En demokratik Anayasa” olarak tanıtılan 1961 Anayasası dahi hemen her ilkesel konuda bağlıdır; her burjuva ilke burada da feodal ve emperyalist ilişkiler kapsamında kısıtlanmıştır. Övülme gerekçesi önemli ölçüde egemen sınıf kliklerinin çatışmasında dada muhafazakar kabul edilen kesime yönelik sınırlamalar içermesidir. Tabii, esası içermese de, dünyadaki devrimci demokratik gelişmelerden kaynaklandığı söylense de esas olarak kitlelerin yönetilebilmesi için kurgulanmış kimi burjuva hakların da bu Anayasa’da yer aldığını belirtmek gerekir… Türkiye’de, burjuva ilkeler genellikle çiğnenir, korunup geliştirilmez. “Bir defa çiğnemekle Anayasa değişmez” sözü bizim gibi ülkelerde kuraldır. Şimdiki Anayasa’nın tüm gerici karakterine rağmen egemen sınıflarca delik deşik edilmiş olması ve üzerinde “hemfikir” olunmasına rağmen “çağa uygun” bir Anayasa’nın yazılamaması, daha doğrusu onaylanmaması da aynı nedene dayanmaktadır. Bu devlet bilindik türden bir burjuva devlet değildir; feodal ve emperyalizme bağlı komprador burjuvazinin kaçınılmaz ürünü olan esas olarak bürokrat karakterde bir devlettir. Türedilerin her dönemki varlığı, mafya ile iş tutma özelliği ve klikler arası çıkar çatışmalarının neredeyse her zaman sermayenin el değiştirmesiyle sonuçlanması bu nedenledir. Burjuva devletlerinde istisna olan buralarda kural olarak işlemektedir. Egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket edebilme yeteneği kazanmak devletin temel özelliği olmuştur. Bu bakımdan devletin burjuva ilkelere bağlı olması bir şart olamaz, ulusal burjuvazinin gelişimine paralel kabul gören ilkeler bizde göstermeliktir.
Öyle ki faşizmin örtüsü olmaktan öte bir özellik taşımayan parlamenter sistem sırf bu nedenle değiştirildi. Böylece devletin, gereksinimlere uygun yeniden biçimlendirilmesine tanıklık ettik. Bu değişim her ne kadar “seçim” yoluyla gerçekleşmiş görünse de gerçek öyle değildir. Biliyoruz ki seçimler belirlenmiş sonuçların seçimi olmaktan fazlası olmamıştır. Burjuva siyasetinde seçimlerin esas fonksiyonu halkların siyasete burjuvazinin çıkarları kapsamında dahil edilmesinden ibarettir. Son yıllardaki seçimler bu gerçekliğin altını kalınca çizmiştir ve halihazırdaki seçimler de çizmeye devam etmektedir!
Türkiye’de devlet daha baştan zayıf bir burjuvazinin varlığında feodalizmin ve emperyalizmin bir aracı olarak inşa olduğundan bugün yaşadıklarımız kaçınılmaz ya da normal sonuçlardır. Şaşıranların ya da son yaşananları burjuva devlet yapısı içinde açıklamaya çalışanların temel yanlışı Türk devletinin bu özelliğini anlamamaları ve kuruluşa olan bağlılıkları nedeniyle inkâr etmeleridir. Zayıf bir burjuvazinin varlığında “burjuva devlet” feodal beylerin ve komprador burjuvazinin çıkarlarını temel alır; buna göre şekillenen devlet “kendi işlevi içinde” zayıf burjuva sınıfa olanaklar sağlar ve bürokratik burjuvazinin yönetiminde bağımlı bir devlet yapısına yol açar. Bu devlet burjuva devletlerde gördüğümüz bağımsız hareket etme yeteneğine hiçbir biçimde sahip olamaz. Dolayısıyla mafya örgütleri de dahil olmak üzere tüm “zorba” yapıların nemalanabildikleri bir düzene sebep olurlar.
Dolayısıyla bugün yaşanan çatışmaların sadece AKP’yi deşifre ettiği sanılmamalıdır; deşifre olan tüm devlettir. Muhalif düzen partilerinin bu durumdan hoşnutsuz oldukları ve bunu değiştirmek için güvenilebilir olmasalar da geçici olarak ya da istisnai bir politik tutum olarak desteklenebilir, en azından dayanışılabilir oldukları asla düşünülmemelidir. Devleti sınıfsal olarak analizi etmeyenlerin ve bundan yola çıkmayanların, dolayısıyla devleti, daha doğrusu faşizmi bir sınıfsal gerçeklik olarak değil kişisel hırsların bir sonucu olarak ya da dar çıkar gruplarının istisnai egemenlikleriyle açıklayanların, dolayısıyla faşizmi dönemsel bir olgu olarak tarif edenlerin en büyük yanılgısı aynı egemen sınıfların partilerinden devleti halkın çıkarları doğrultusunda değiştirmekte samimi olduklarına veya olabileceklerine inanmalarıdır. Bugün “beşli çete” olarak tanımlanan şirketlerin olası bir “iktidar değişimi”nde dışlanmaları, hatta kısmen de olsa, çeşitli usulsüzlüklerden hareketle bir ölçüde sermayelerine el konması dahi olasıdır; ne var ki bu hiçbir biçimde devletin temelden değişmesi veya değiştirilmek üzere bir adım atılması anlamına gelmez. Bunun için halk sınıflarının, yani bu düzenle çıkarları temelden uyuşmaz olanların iktidara gelmesi gerekir. Bugünkü tüm düzen içi muhalefetin temel işlevi bunun olanaklarının görünmez kılınmasıdır; halkın bu olanaklarda yalıtılmasıdır…
DEVRİMİN OLANAKLARI NEREDEDİR?
Biz komünistlerin temel sorularından biri budur. Bu soruyu yanıtlarken toplumumuzun toplumsal ilerlemeninin hangi aşamasında olduğunu bilmemiz şarttır. Çünkü tüm toplumsal yapılar belli ekonomik düzenlere dayalı olarak kurulur ve gelişim gösterirler. Örneğin kapitalist toplum ancak kapitalist üretim tarzının ürünü olabilirdi ve bu üretim tarzının da oluşumunda üretim araçlarının bu üretim tarzını koşullayacak denli gelişmiş olması temel önemdedir. Üretimin toplumsallaşması buna elverişli üretim araçlarının ve aynı zamanda bunları birleştirecek büyük bir ilk sermayenin varlığında mümkün olabildi. Sosyalizm de ancak bu üretim tarzının ürünü olan toplumsal üretimde, yani işçi sınıfının üretiminde bir gerçeklik olarak kavranabildi. Ütopyada gerçekliğe dönüşüm gelişmiş bir kapitalizmi gerektirdi. Dolayısıyla içinde olduğumuz toplumun toplumsal ilerlemede hangi aşamada olduğu devrimimizi tanımlamakta temel konudur. Şnurov’dan bu yana, özellikle İbrahim’le beraber bu konuda en ileri derecedeki bilgiye sahip olmamız bizi büyük oranda avantajlı kılmaktadır. Ne var ki bu avantaj kendi başına önemli değildir. Doğru bilginin varlığı o bilgiyi gerçekleştirmek bakımından tek özelliği “varlığı”dır. Harekete geçecek bir halk olmadığında, harekete geçirmek üzere bir önderlik olmadığında, doğru bir devrim anlayışı, askeri çizgi olmadığında devrim hakkındaki doğru bilginin, onu gerçekleştirmek üzere bir hükmü olmaz.
Bugün gerek egemen sınıf klikleri arasında yaşanan çatışmaları gerekse de bundan kopuk olmamakla beraber ayrı nitelikteki halk kapsamındaki kesimlerin politik ve ideolojik çatışmalarını içeren sürece hangi düzeyde ve hangi argümanlarla dahil olacağımız devrim perspektifimizle direkt bağıntılıdır. Geçmişi bu gözle okumak, gene dünyanın çeşitli yerlerindeki gelişmeleri izlemek, olabildiğince incelemek kavrayışımızın gelişmesi bakımından belirleyici derecede önemlidir. Halkların sürüklendikleri siyaset düzeni onları devrim olanaklarından uzaklaştırmaktayken bizim bu sürüklenmeye, bu devasa akıntıya göğüs gerecek donanıma sırt çevirmemiz onlara ihanet etmek anlamın gelir. Gündemimiz halkların içine çekildiği bu yoz ve geleceksiz düzen olmalıdır. Oportünizmin neden olduğu tüm tartışmaların da -ki bunların aynı zamanda bizdeki oportünizmi de içerdiğini bir an olsun unutmamalıyız, yakın geçmişimiz bu bakımdan ışık tutucudur!- nihayetinde halkları devrimin olanaklarıyla birleşmekten alıkoyduğu bilinmelidir.
Devlet her zaman üzerinde dikkatle durmamız gereken bir mekanizmadır. Onda vücut bulan her çatışma bize onun hakkındaki temel bilgileri verir. Şimdi tanık olduklarımızın bize Şnurov ve daha sonra, en ileri derecede İbrahim tarafından ortaya konan sınıfsal analizlerle uyumlu olduğu bir gerçekliktir. Demokratik Halk Devrimi’nin içeriği hakkındaki okumalarımız da bize aynı gerçekliğin nasıl değiştirilebileceğini öğretmektedir. Bu bilgiler devrimimizin ışığıdır. Işığımız yanmaktadır… Bu ışık yayılmalıdır…