Arapça ḥ-c-r kökünden gelen hicret ayrılmak, yerinden olmak anlamlarını taşır. Kelime, İslam tarihinde Muhammed’in, ilk Müslüman topluluğuyla Mekke’den Medine’ye yaptığı göçle zihne kazınmıştır. Burada hicret, zulmün dayattığı zorunlulukla inanç uğruna bilinçli bir yön değiştirme eylemine karşılık gelir. Bu yön değişikliği bir kaçış değil, zaman baskısına karşı bir hamledir. Tarihsel anlatı içinde bu hamle inanç temelinde şekillenecek bir toplumsal düzenin ilk adımı, kolektif bir karşı koyuş olarak ortaya konmuştur. Muhammed, Medine’ye göç ederek sadece zulümden uzaklaşmamış, aynı zamanda İslam toplumunun temel taşlarını döşemiştir. Dolayısıyla hicreti, zorunlu göçten ya da sürgünden ayıran temel unsur, failin özne olmasıdır.
Oysa aynı hicret kavramı bugün, Filistin halkının toptan yerinden edilmesini aklamak üzere yeni bir ideolojik işleve büründürülüyor. Söz konusu olan, iradî bir yön değişimi, daha iyi bir yaşam için ortaya konan bir yönelim değil; bir halkın emperyalistler, Siyonistler ve iş birlikçileri tarafından fiziksel, sosyal ve sembolik anlamda haritadan silinmesi sürecidir. Filistin’de yaşanan tam da budur: Tarihin enkazına gömülmeye çalışılan bir halkın hem fiziksel hem de anlatısal düzlemde sürgün edilmesi. Filistin bugün direnişin adı olduğu kadar zamana sıkışmış bir sürgünün, felaketin, soykırımın, etnik temizliğin adıdır. Bu topraklarda olan biten, yalnızca bir askerî işgal değil yerleşimci sömürgeciliğin onlarca yıllık tezahürüdür. 1948’de başlayan ve hâlâ süren bu işgal, sadece toprağın değil, hafızanın, temsilin ve geleceğin gasbıdır.
Filistin halkı bugün kendi toprağından sökülüp atılıyor. Bombalarla, açlıkla, susuzlukla, sağlık hizmetinden mahrum bırakılarak, yaşam alanları sistematik biçimde yok edilerek göçe zorlanıyor. Refah ile Han Yunus arasında kalan bölgenin tamamen işgal edilmesiyle birlikte sivillerin kaçabileceği hiçbir güvenli alan kalmadı. Refah kenti, işgal devleti tarafından “güvenlik bölgesi” ilan edildi. 18 Mart’tan bu yana yoğunlaşan saldırılar, yalnızca askerî hedeflerle sınırlı değil. Hastaneler -Vaftiz, El-Ahli, Kuveyt- ardı ardına vuruluyor, okullar yıkılıyor, sivil savunma çalışanları ve demokratik kitle örgütlerinin temsilcileri hedef alınıyor. Gazze’de eğitim fiilen sona erdi, Batı Şeria’da ise UNRWA’ya ait okullar kapatılıyor, Kudüs’te binlerce çocuk eğitim hakkından mahrum. Gazze halkı ağır bir kuşatma altında varlık-yokluk mücadelesi veriyor. Bu durumu “hicret” olarak adlandırmak ise yalnızca bir kavram hatası değil, siyasî bir tercihtir. Çünkü bir olgunun adı onun toplumsal ve politik anlamını belirler. Filistinlilerin yaşadığı, “göç” ya da “hicret” değil; zorla yerinden edilme, etnik temizlik, hatta soykırımdır. Ve bu gerçekliği başka kelimelerin ardına gizlemek, sadece yaşananları görünmez kılmakla kalmaz, aynı zamanda bu suçlara ortaklık eder. Bugün Filistinliler göç etmiyor; kaçırılıyor, sürülüyor, topraklarından koparılıyor. Buna “hicret” diyenler failleri aklarken zorla yerinden edilmeyi bir tercihmiş gibi meşrulaştırıyor. Oysa gerçek apaçık ortadadır: 7 Ekim’den bu yana süren saldırılar, yalnızca Siyonist rejimin değil, ona sessiz kalan ve lojistik destek sunan tüm uluslararası aktörlerin de sorumluluğundadır. TC de bir yandan “Filistin halkının yanındayız” demeye devam ederken öte yandan işgal devletine mühimmat, petrol, inşaat malzemesi ve istihbarat desteği sağlamayı sürdürerek çelişkili ve ikiyüzlü politikasını sürdürüyor, Siyonizm’in bölgedeki en büyük müttefiki olma pozisyonunu koruyor.
İktidarın bu ikiyüzlü politikası karşısında düzen muhalefeti de Filistin’in yanındaymış gibi görünerek Gazze için Taksim’e yürüme çağrıları yapıyor. Özgür Özel “Trump’ın Gazze’deki kumarhaneler projesine ‘hicret’ deyip Hz. Muhammed’i katıyorsunuz yazıklar olsun!” açıklaması yapıyor. Filistin mücadelesi de düzen muhalefeti tarafından iç politikada iktidarı sıkıştırmanın bir aracı haline geldi. 7 Ekim Aksa Tufanı’nın ardından İmamoğlu’nun “Hamas İsrail’de bizi çok üzen bir saldırıya imza attı. Hamas bizim nezdimizde terör örgütüdür. ” açıklaması yapmıştı. Bugün Filistin kurtuluş mücadelesinin sesini yükselttiğini iddia edenlerin 7 Ekim’de İsrail için üzüldüklerini unutmuş değiliz. Kudüs eylemleri ardından CHP’nin Netanyahu’ya geçmiş olsun dileklerini ilettiği mektubu unutmuş değiliz. Filistin mücadelesi iç politikada kullanışlı olduğu oranda sahiplenilecek bir araç olmaktan çıkarılarak anti emperyalist mücadelenin yükselen bayrağı olarak sahiplenilmelidir.
Emperyalizm topyekûndur: Bugün tüm dünya halkları için ekonomik, politik, askerî, kültürel, psikolojik sonuçlar doğurmaktadır. Bugün Filistin halkının sürgün edilmesinin, zorla yerinden edilmesinin, soykırımın meşrulaştırılması tüm dünya halkları üzerine yağacak zulmü de sürgünü de meşrulaştırmanın bir aracıdır. Emperyalizm topyekûndur: Ona vurulacak herhangi bir darbe, darbenin etnik ve coğrafî kökeni ne olursa olsun tüm uluslar içerisindeki anti emperyalist unsurlar için bir zafer olacaktır. Bu bilinç ile Filistin mücadelesini sahiplenmeli, bu bilinç ile Filistin halkının gerçek dostları olarak alanları doldurmalıyız. Bugün üzerimize düşen görev TC’nin iş birlikçiliğini teşhir etmekse teşhir etmeliyiz, işgal devletine soykırımda kullanılacak askerî mühimmat taşıyan gemileri durdurmaksa bu gemileri durdurmalıyız.
Kenyalı yazar Ngũgĩ wa Thiong’o, “Sömürgeden Azad” adlı eserinde dili yalnızca bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda egemenlik ve tahakkümün en etkili aygıtı olarak tarif eder. “Kanımca dil, ruhun gözünü bağlayan ve onu tutsak eden en önemli vasıtadır” derken sömürgeciliğin en sinsi gücüne dikkat çeker: anlamı işgal etmek. Egemen için dile hükmetmek, yalnızca coğrafyaları değil, hafızaları da fethetmektir. TC pratiği, bu zihniyetin sayısız örneğiyle doludur. Bugün Gazze’deki zorla yerinden edilmeyi, halka sistematik saldırıyı ve altyapının bilinçli yıkımını “hicret” diyerek meşrulaştıranlar dün Türkiye Kürdistanı’nda köylerin, dağların, nehirlerin kadim isimlerini zorla Türkçeleştiren, dilleri ve kültürleri silenlerle aynı tarihsel hattadır. 2000 yılında onlarca siyasî tutsağın yakılarak katledildiği hapishane saldırısına “Hayata Dönüş” adını koyan da aynı egemen akıldır. Gerçekliğin adını çarpıtarak faili görünmezleştiren, mağduru suçlu gösteren bu dil doğrudan doğruya bir şiddet biçimidir. Ngũgĩ’nin uyarısı burada yankılanır: Dil, egemenin elinde yalnızca hakikati eğip bükmekle kalmaz, aynı zamanda halkların bilincini, hafızasını ve isyanını tutsak eder. Bugün eşyanın adını doğru koymak, bir tercih değil, hakikatin yüklediği politik bir sorumluluktur. “Hicret” söylemi, devletin zor aygıtlarıyla (ordu, polis, sınır rejimi) eşzamanlı çalışan ideolojik aygıtların (medya, dinî söylem, müfredat) dil üzerinden inşa ettiği hegemonik kurguya dahildir.
Filistin halkı kaçmıyor; zorla kaçırılıyor. Göç etmiyor; yerinden ediliyor. Bunu “gönüllü hicret” olarak sunanlar hem faili tanımsızlaştırıyor hem direnişi yok sayıyor hem de halkın hayatta kalma çabasını ilahî bir plana indirerek sorumluluktan kaçıyor. Ama bu kaçış sonsuz değildir. Gerçek, eğilip bükülse de bir yerde patlak verir. Bu bir hicret değil, bu bir soykırımdır. Bu ses dünyanın dört bir yanında yankılanmaktadır. Bu, planlı bir etnik temizliğin, emperyalist destekle yürütülen organize bir sürgünün adıdır. Siyonizm’in kurduğu bu ölüm rejimi, insanlığın gözleri önünde bir halkı haritadan silmeye çalışmaktadır. Bu dil, bu kurgulanmış yalan, yalnızca Filistin’i değil, bütün ezilen halkların sesini susturmayı hedeflemektedir. O yüzden, şimdi kelimelerin zincirini kırmak, hakikatin adını doğru koymak ve bu zorbalığa karşı ayağa kalkmak gerekir. Bu, yalnızca Filistin’in değil, dünyanın dört bir yanında emperyalist sömürgeciliğe karşı duran herkesin; ezilenlerin, işçilerin, halkların ortak meselesidir. Hakikat de bir kavga alanıdır. Ve bu kavgada tarafımız Filistin’dir.