Türkiye’de son dönemde belediyelere yönelik devam eden operasyonlar, yeni bir dönemin değil, eski bir alışkanlığın günceldeki biçimidir. Bugünün gündemleri, isimleri ve yargısıyla yeni görünen hemen her şey dün de vardı. Bu sadece yargının değil; medyanın, partilerin ve hatta uluslararası güç dengelerinin de içinde yer aldığı çok katmanlı bir sürecin güncel halkasıdır.
Ancak bu süreç her zaman olduğu gibi en çok halkta yankı bulmakta, halkın zihninde parçalı ve bulanık bir tablo oluşturmaktadır. Türkiye siyaseti, bugünün dünyasında —Batı’dan Orta Doğu’ya uzanan krizin bir yansıması olarak— bilerek ve isteyerek kendi içinde kaos üretmekte, bu kaosu yönetmeyi iktidarın en önemli araçlarından biri haline getirmektedir. Belediye operasyonları da bu bağlamda yalnızca hukuki değil; politik, psikolojik ve ideolojik bir savaşın parçasıdır.
Bugün kimse net bir tablo ile karşı karşıya değil; kitleler, gündelik haber akışı içinde birbirini tamamen çürüten, yalanın ve doğrunun birbirine karıştığı bilgilerle karşı karşıya bırakılıyor. Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın tutuklanması, Manavgat Belediyesinde rüşvet iddiaları, Manisa Belediye Başkanı’nın hayatını kaybetmesi ve ardından olaya dair ciddi cinayet şüphelerinin oluşması… Hepsi bu karmaşanın parçaları. Kim ne yaptı? Kimin suçlaması gerçek? Kiminki düzmece? Bu sorular, egemen sınıf kliklerinin “çirkinleşmiş” durumdaki dalaşları sayesinde ve bir avuç zorbanın elindeki iktidar için “her şeyin mübah sayıldığı” bu düzende sıradan insan tarafından cevaplanması imkânsız sorular haline getirilmiş durumda. İşte tam bu noktada egemenlerin hamlelerindeki esas amaçları görmeye başlıyoruz. Önümüze çıkarılan her türden “rezalet” egemenler içindeki kavgada haksız olana karşı çıkmak ve haklı olanı alkışlamakla normalleşmektedir.
Türkiye’de belediyeler, siyasal mücadelenin kritik odaklarından biridir. Meclis üyeliği ve belediye başkanlığı için yapılan seçimlerde alacakları oylar partilerin iktidarın olanaklarından yararlanmalarında belirleyici olmuştur. Denebilir ki hangi egemen sınıflar kliğinin daha fazla pay alacağına bu seçimlerle karar verilmektedir. 1990’lardan itibaren bu sürece Milli Selamet Partisi’nden gelme Refah Partisi’nin güçlü bir şekilde dahil olmasıyla bu alandaki kavga çok katmanlı bir hale büründü. Nihayetinde büyük kompradorların ve toprak ağalarının kontrolünde gelişen RP belediyeleri de kullanarak “yeni bir dönemin” kapılarını açtı. AKP ile anılan bu yeni dönemde emperyalizmin Orta Doğu politikaları etken olmuştur. AKP’nin bu rolü üstlenmesinde İstanbul ve Ankara belediyelerinden sağlanan rantın büyük katkısı vardır. Bugün ise yerel yönetimlerin kimi zaman CHP, kimi zaman DEM Parti tarafından kazanılması, merkezî iktidarın en temel korkularından biri haline gelmiştir. Çünkü belediyeler yalnızca hizmet değil; aynı zamanda kaynak, meşruiyet ve siyasal görünürlük üretir. Yerel yönetimler — özellikle de büyükşehir belediyeleri — sadece rantın değil, meşruiyetin de halk nezdinde rızanın da yeniden üretildiği alanlardır. AKP ve CHP arasındaki çekişme, bu rant ve meşruiyet savaşının iki kanadı arasında sürmektedir. Bu savaşta halk için değişen bir şey yoktur. Bu nedenle belediyeler üzerinde kurulan baskılar, yalnızca birer idarî ya da adli süreç değil; sistemin kendi sürekliliğini sağlama stratejisidir.
Ülke siyasetinin belirlenebildiği yerler olarak büyükşehir belediyelerinin yoğun olarak AKP kontrolünde olduğu süreçlerde iktidar bu alanları “arpalık”lar olarak kullanmak hevesiyle öteden beri sahip oldukları yetkilere dokunmadı. Merkezileştirme projesinde belediyeler bir ölçüde bundan muaf tutuldu. Son seçimlerde ibrenin terse dönmesiyle AKP iktidar gücünün önemli bir ayağını kaybetmiş gibi davranmaya başladı. Bugün de kaybettiklerini geri alma telaşıyla “olmadık” ölçülerde saldırmakta. Kuşkusuz bu saldırının sadece belediye olanaklarını almakla ilgili olduğu söylenemez, aynı zamanda düzen içi muhalefet gücünün zayıflaması için de bu adımlar atılmaktadır. Mevcut iktidar biçimine ve bu iktidarın şahsiyetlerine duyulan emperyalist ihtiyaç da söz konusu adımların ciddi bir engelle karşılaşmamasına neden olmakta. Biliyoruz ki Türkiye’de atılacak bu türden adımlar ağa-babaların onayı dışında gerçekleşmez 1980’deki askerî darbeyle ‘80 Cuntası iş başına geçtiğinde ABD’nin istihbarat örgütü CIA’in Türkiye şefinin “bizim çocuklar başardı” sözü bu ilişkinin referanslarından biridir. Elbette sorun ne yolsuzluklar ne “terörle” ilişki sorunudur. Sorun mevcut iktidarın bir süre daha korunmasıdır. Muhalefet “kendi çıkmazı”na sürüklenmeye çalışılıyor. Yolsuzluklarla, dağınıklıkla, bölünmekle ilgili tüm argümanlar CHP’nin “açmazları” olarak teşhir edilmekte. Açıktır ki bu tartışmaya, bu argümanlarla yürütülen “hukukî” sürece taraf olarak katılmanın bir anlamı yoktur. Bununla birlikte bu açmazların sistemin açmazları olduğu gerçeğini vurgulamak gerekir. Ne CHP salt bu argümanlardan dolayı suçludur ne AKP gerçek anlamda yolsuzlukların hesabını görebilecek bir partidir. Bu iki parti de emperyalizmle iş birliğinden, feodalizme dayanmalarından, sömürü ve talan düzenin parçaları olmalarından ötürü suçludur. Bugün halkımızın üzerindeki tüm baskıların sebebi bunlardır. Rüşvet ve yolsuzluk ise bugünün CHP’sinde muhtemelen en geri seviyededir.
AKP’nin saldırıları, tipik bir kriz dönemi refleksidir. Belediyelere yönelik bu müdahaleler, özellikle ekonomik krizin iktidardan yararlanma olanaklarını daralttığı bir döneme denk gelmiştir. Bu durum, Erdoğan ve çevresinin kişisel hırslarının ötesinde, Türk egemen sınıflarının kriz karşısındaki ihtiyaçlarına yanıt vermenin giderek zorlaştığını göstermektedir. Egemen sınıfların, özellikle de komprador büyük burjuvazinin, 2018 ekonomik krizinden bu yana derinleşen yönetim krizini kontrol edememekten çekindikleri anlaşılmaktadır. Neoliberal düzenin çözülmesi, emekçi sınıfların öfkesinin büyümesi, bölgesel savaş riskleri; tüm bunlar burjuvazi açısından merkezî, güçlü, tartışmaya olanak vermeyen bir devleti zorunlu kılmıştır. Bu anlayışta belediyelerin ayrı bir baş çekmesi ciddi bir sorundur. Yerel yönetimler, toplamda egemen sınıflara hizmet ediyor olsalar da farklı klikler tarafından kontrol edildiklerinde sorun yaratabiliyorlar.
Elbette CHP bu tabloda bir alternatif değildir. CHP’li belediyeler yerel düzeyde zaman zaman AKP’den farklı uygulamalar yapıyor görünseler de özde aynı ekonomik-politik çıkarların temsilcisidirler. Manavgat Belediyesinde gerçekleştiği ileri sürülen rüşvet normal koşullarda olağan kabul edilir; oysa şimdi büyük bir olay gibi yansıtılmakla birlikte AKP’nin bir kumpası olarak da değerlendirilmektedir. Türkiye belediyelerinde işlerin bu şekilde yürüdüğüne tanık olmamış tek “vatandaş” bile yokken kopan gürültü AKP’nin propagandasından başka bir şey olarak yorumlanmamalıdır.
Bu süreçte emekçi halkın yoksulluğu artmıştır. Özellikle büyükşehir belediyelerinin yürüttüğü sosyal politikalar gerçekte birer lütuf ya da “sosyal yardım” değil yoksulluğun yönetilmesi içindir. Yani hem AKP’nin hem CHP’nin sosyal yardımları halka ait kaynakların gene halka “hediye” gibi sunulmasıdır. Bu değişmediği sürece zarar gören yine halk olacak, yoksulluk düzeni varlığını koruyacaktır.
Bu süreçte kitlelerin zihninde “alternatif yok, zaten hepsi aynı” düşüncesi de yaratılmaktadır. Egemen sınıfların iktidarı altında elbette hepsi aynı, halkın iradesi konu dışı edildikçe de böyle olacaktır. Ancak salt bu düşünce pasiflik yaratmak için çok uygundur. Çünkü kitleler gerçekten “hepsi aynı” sonucuna varır fakat bunun ardından “o zaman hiçbir şey yapmayalım” noktasına sürüklenir. Bu da egemenleri amaçlarına ulaştırır.
Oysa mesele “hepsi aynı” deyip bırakmak değil, kendi politik hattını, örgütlerini, kendi sınıf çıkarları doğrultusunda yeniden kurmaktır.