19 Mayıs, Pazartesi
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » HKP (Maoist): Şehitleri Haftası’nı Devrimci Coşkumuzla Selamlıyoruz!

HKP (Maoist): Şehitleri Haftası’nı Devrimci Coşkumuzla Selamlıyoruz!

1 Ağustos 2020
içinde Dünya, Güncel
hindistan 1

hindistan 1

Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

“Yoldaşlar ve Devrimci Kitleler,

Hepimizin bildiği gibi 28 Temmuz-3 Ağustos haftası şehitler haftamızdır. Yolumuzu açan büyük öğretmenlerimiz yoldaş Marx, yoldaş Engels, yoldaş Lenin, yoldaş Stalin, yoldaş Mao Zedong ve partimizin kurucuları  büyük proleter öğretmenlerimiz yoldaş Çaru Mazumdar ve yoldaş Kanai Chatterjee, hayatlarını devrim ve sınıfsız bir topluma adamış ve devrim mücadelesi; şehitlerin kanıyla boyanmıştır. Onlar yılın her günü bizlere ilham olmuştur. Onlar hafızalarımızda, düşlerimizde yaşıyor ve bundan dolayı bu haftayı şehitler haftası olarak anıyoruz.

Proletaryanın kızıl bayrağını yükseltme ve bu uğurda düşmanın mermisinin önünde ve devrim için adanmış hayatlara rehber olan ideoloji; işte biz bu ideolojiye tutunalım. Bu düşü, bu hafta boyunca daha da kararlı kılalım. Partimizin her üyesi, sempatizanı, diğer devrimci örgütler, Halk Kurtuluş Ordusu üyeleri, milis kuvvetler, devrimci komite üyeleri ve partimiz programına katılan kitleler; onlar mücadelede ilerlemenin ve çok çalışmanın sözünü veriyorlar. Şüphesiz ki şehitlerimizi hatırlamak için tüm engelleri, baskıları aşacağız ve programımıza göre kitleleri devrimci harekete dahil edeceğiz.

Yoldaşlar, ülkemizde ve tüm dünyada çok ciddi bir salgının ortaya çıktığı bu zor zamanda şehitler haftası anmamızı gerçekleştiriyoruz. Bu salgın küresel sermaye ya da emperyalizmindir. Geçtiğimiz on yılda emperyalizmin kriz içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu kriz piyasa ekonomisinin krizidir, üretim krizidir, finans sermaye krizidir. Krizin dünya üstündeki kontrolüyle karşı karşıyayız.

1. Dünya Savaşı’ndan sonra da krizlerinin üstesinden gelemediler, aksine krizler daha ciddi boyutlara ulaştı. Bu krizlerden arta kalanlar dünyanın ezilen ve sömürülen halklarınca karşılandı. Krizleri bir “gelişim” modeli gibi göstererek kurnaz taktiklerle satmak istediler. Her ne yapılıyorlarsa bu “gelişim” içindi.

Ne zaman “Refah Devleti” hakkında konuşulursa bilin ki bunun temel amacı profesyonel politikacıların kendi “pazarlarını” boş vaatlerle organize etme derdidir. Bu aslında sosyalizmi baskılama teşebbüsü, halkın refahını bir metaya dönüştürme çabası ve devlet gücünü kullanarak kapitalizmi kendi krizinden çıkarıp ayağa diriltmektir. Dahası kendi ihtiyaçlarına göre “gelişim” modellerini satmaktır.

Yinelemek gerekir ki ne zaman “özgür ekonomi” hakkında konuşsalar profesyonel politikacıların görüşlerinde tam bir U dönüşü olur ve yeni modeller önerir. Bu liberalizm-özelleştirme-sermaye yatırımının azalması modelidir. Ne zaman izledikleri bu yol kriz yaratırsa yine eski “gelişim” modellerinde reformlar yapmaya başlarlar. Bu şekilde kapitalizmden ilham alan modellerin yeni krizleriyle karşılaşırız. Gerçekte bütün bu “gelişim” modelleri halk karşıtıdır ve halkı yoksulluğa zorlar.

“Gelisim uğruna” genç işsizlerin sayısı artarken otomasyon yüzünden emekçiler işlerini kaybediyorlar. Bu gelişim işsizliği büyütürken, kadrolu emekçilere geçici sözleşmeler dayatılıyor, 8 saatlik çalışma süresi 12 saate yükseltiyor. Bu gelişim aynı zamanda çiftçiyi borç batağına ve intihara itiyor. Bu gelişim kendi kaderini tayin hakkını engelliyor ve kast sisteminin ucuz iş gücünü daima ulaşılabilir kılıyor. Bu “gelişim” ormanları yok edip suyu ve havayı kirletiyor.

Yoksulluk kanseri tüm dünyaya yayılmış durumda. Açlık, yetersiz beslenme, eşitsizlik, işsizlik, kıtlık, kuraklık, sel ve yolsuzluk tüm toplumsal dokuyu zehirlemektedir ve piyasa ekonomisini kontrol altında tutabilmek için köpekler gibi kavga ederler. Sonuç olarak bir yanda küresel sermaye, kompradorlar ittifakta, gerici güçler ülkemizi yağmalamakta ve öte yandan işçi sınıfına karşı taktiklerini arttırmaktadır. Bundan dolayı emperyalist ülkeler ile dünyanın ezilen halkları arasındaki, emek ve sermaye arasındaki ve emperyalistler arasındaki çelişkiler yoğunlaşmıştır. II. Dünya Savaşı’na tarihle beraber tanık olduk. Lakin, emperyalist güçler arasındaki savaşlar henüz bitmemiştir.

Bölgesel çatışmaların, sınır anlaşmazlıkları, soğuk savaş, “terörle savaş” -ki aslında Amerika’nın Ortadoğu’daki saldırganlığı, farklı formlardaki ticaret savaşları ve ortaklaştırılmış askeri pratikler özünde savaş hazırlığıdır. Emperyalist ülkelerin CIA, Mossad gibi istihbarat ajanları halkın direnişini kırmak için halka karşı savaşarak yönetici sınıfların yanlarındadır. Lenin yoldaşın da söylediği gibi bu gerçek kanıtlıyor ki “emperyalizm savaş demektir.”

Bu güncel bağlamda Hindistan ve Çin arasındaki sınır anlaşmazlığını aslında Çin emperyalizmi ve Amerikan emperyalizminin müttefiki Hindistan arasında oluşuna tanıklık ediyoruz. Sonuç olarak iki taraftan da sıradan askerler öldürülmüştür.

Halkların devlet baskısına, zülümlere ve eşitsizliğe karşı direnişi her gün büyüyor. Fransa’dan Yunanistan’a; İtalya’dan İspanya’ya; Cezayir’den Şili’ye; Filistin’den Suriye’ye; Kürtlerin öz yönetim taleplerinden kitlelerin Keşmir milliyetçiliğine; Sudan, Irak, İran, Afganistan, Türkiye, El Salvador, Peru, Brezilya’dan Nepal-Hindistan, Bangladeş ve Pakistan’da halk sokakları zapt ediyor. Birkaç gün öncesinde bu karantina döneminde  Fransa, İtalya ve Yunanistan gibi farklı ülkelerden komünist devrimciler protestolar örgütlediler.

Koronavirüsten dolayı Amerika’da kitleler Mayıs ayında kitlesel katılım sağlanan protestoları örgütledi. Komşu Bangladeş’de öğrenciler sokağa döküldü ve protestolar yapıldı. Pakistan’da çiftçiler ellerinde kızıl bayraklarla tarihi ve uzun bir yürüyüşe katıldılar. Korona salgını sırasında Amerika’da bir siyah polis şiddetiyle katledildi. Protestocular polis karakolunu yaktı ve polisler saldırıya uğradı. Farklı yeni kaynaklarca biliniyor ki Amerika devlet başkanının ikameti olan Beyaz Saray’ın çevresinde binler toplandı. Protestolar o kadar yoğundu ki Amerika Devlet Başkanı sığınağa indi. Seattle’da protestocular şehrin bir bölümünün kontrolünü ele alıp polisi defetti. Protestocuların yoğun baskısı sayesinde, Minneapolis yönetimi polis yönetmeliğine reformlar getirmiş ve güvenliği halkın iradesine teslim etmiştir. Dünyanın her yerinden Amerikan halkının mücadelesiyle dayanışma eylemleri yükseldi.

ABD’nin komşusu Kanada’dan Fransa’ya, İtalya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye ve diğer Avrupa ülkelerine kadar dayanışma eylemleri yayıldı. İngiltere’de gericilerin heykelleri yıkılarak adeta bir festivale dönüştürüldü. Dayanışma hareketleri Afrika ve Latin Amerika’da da yayıldı. Protestolar devam ederken Meksika’da bir kişi maske takmaması gerekçe gösterilerek polis tarafından acımasızca katledildi. Halkların öfkesi o kadar yoğundu ki protestocular bir polisi ateşe verdi. Diğer bir yanda salgının getirdiği karantina yüzünden oluşan kriz Lübnan, Şili ve Ekvator’da patlak verdi. Lübnan merkez bankasının yağmalamaya çalışan Lübnan halkı polisle çatışmalara girdi.

Ülkemiz de korona salgını öncesinde kitlesel sokak ve üniversite protestoları ile sallandı. Ulusal Vatandaş Kayıt (NCR) ve Vatandaşlık Değişiklik Yasası (CAA) karşıtı kitlesel katılım sağlanan milis eylemler düzenlendi. Ülke genelinde koronavirüs nedeniyle uygulanan zorunlu karantina sürecinde gıda ve sağlık hizmetleri protesto edildi. Lakhs göçmen işçileri devletin herhangi bir yardımı olmaksızın aksine polisin tüm salıdırılarına karşı direnerek yüzlerce mil katedip evlerine ulaştılar. Mumbai, Surat, Bengaluru, Delhi, Hyderabad ve Viskanapatham’da göçmen işçiler gıda ve barınma için militan eylemler yaptılar. Yüzlerce öğrenci ve genç karantinaya rağmen yanlarında bulunup destek verdi. Ezilenlerin bu mücadelesi gösterdi ki başkan Mao Zedung’un söylediği gibi “ülkeler bağımsızlık, uluslar özgürlük, halklar devrim istiyor.”

Korona salgını, komprador sınıfın, işçi sınıfına ne kadar karşı, egemen sınıflara nasıl yakın olduğunu bir kez daha gösterdi. Karantina başlamadan hemen önce halkın parasıyla üst-orta sınıf Hindistanlılar ilk uçuşlarla Hindistan’a geri getirdiler. Fakat ülkeye geri dönen üst-orta sınıftan Hindistanlılara karşı hiçbir önleyici tedbir uygulanmadı. Öte yandan devlet karantina yüzünden mahsur kalan göçmen işçilerin evlerine dönebilmesi yahut barınmaları için bir çaba göstermemiştir. Karantinanın başlarında hükümet, işçilerin ücretli izin hakkının olacağını duyurmuş fakat özel şirketler işten çıkarmalara başladığında hiçbir adım atılmamıştır.

Hazine alanındaki bazı bürokratlar “süper” zenginlerin daha çok vergi vermelerini talep etmiş ve bu taleplerine karşı idari işlem başlatılmıştır.

Bu son derece haklı bir taleptir çünkü Hindistan’daki en büyük 15 şirketin 2019 yılındaki net kârı 4 milyar 75 bin rupi idi.

Korona salgınında izolasyon başarılı olurdu fakat egemen sınıf için şirketlerinin çıkarları halkın refahından daha önemli görüldü.

Hükümet işçilerin maaşlarını düşürmekte, emekçilerin parasını çarçur etmekte, enflasyon ve fiyat artışının olduğu bu dönemde D.A’yı durdurmaktadır. Hükümet ayrıca demiryollarını, BSNL, Bankalar, Bima, Mayin ve savunma gibi kamu kurumlarını özel oyunculara satabilmek için yatırım yolları aramaya başladı. Modi-Shahs’ın faşist saldırganlığı sadece yoksul halka ve kitlelerine değil aynı zamanda orta sınıfı da hedeflerinden biri haline getirmiştir. Bu senaryoda her emperyalist ulus ekonomik durgunlukla karşı karşıyadır. Bazı ekonomistler bu durgunluğun 1930’lardakinden daha kötü olacağına inanıyor. Bu krizin ortasında yönetici sınıf devleti faşizme iten baskıcı önlemler alıyor. Karantinadan faydalanan egemen sınıflar konumlarını güçlendirdi. Hindistan’da afet yönetimi yasası başlatarak süreç acil duruma itildi. Salgından kaçmak isteyen yönetici sınıf halkın dayanışmasını kırmak için bilim insanlarının önerdiği fiziksel mesafe yerine sosyal mesafeyi önerdi. Bu çok bilinçli bir tavırdır. İşbirlikçi medya halka salgın hakkında bilimsel gerçeklerle yardım etmek yerine yönetici sınıfın ayak izlerini takip ederek halka kargaşa ve terör tohumlarını ekebilmek için komplocu bir yola giriyor. Çoğu araştırmacı korona salgınına karşı karantinanın bilimsel olmadığını ve salgının sosyal olarak ele alınıp nüfus bağışıklığını arttırma yoluna gidilmesi gerektiğini belirtiyor. Bununla beraber araştırmacılar problemle baş edebilmek icin belirli bölgelerin belirlenip hasta ve hastanın olduğu alanların karantinaya alınmasını önerdiler. Hükümet aynı zamanda maskeler, dezenfektan, sabun, gıda ve diğer sağlık malzemeleri gibi temel ihtiyaçların dağıtımını yapmalı ve altyapısını korumalıdır.

Korona salgını kapitalizmin boşluğunu ve iç yüzünü ortaya çıkardı.Bunun yanında ülkemizdeki işsizlik oranı 3 buçuk kat yükselmiştir. Ekonomik kriz, korona salgını öncesinde çoktan zarar gördü ve şimdi karantina yüzünden büyük aksilikler içindedir. Modi hükümetinin ilk 5 yılında “Acche Din” sözü vaat edildi. Kısa zaman önce NSSO raporunda kırsal alanlarda yaşayan halkın satın alma gücünün Temmuz 2017’den Haziran 2018’e kadar %8,8 azaldığını duyurdu. 1972’den sonra kırsal nüfusun satın alma gücü ilk kez düşmüştü. Kentsel ve kırsal nüfus dikkate alınırsa satın alma gücü %13 düşmüştür. Dünya Eşitsizlik Veritabanı’na göre 2017 yılında nüfusun %9’u kaynakların %58’ini kontrol ediyordu .2018 yılında %73’e yükselmişti ve şimdi %76’ya kadar çıktı. Diğer yandan nüfusun %91’nin geliri düştü.

İsveç Kredi raporuna göre Hindistan’daki en yüksek eşitsizliğe, son 80 yılda Modi Hükümetinin yönetimi sırasında ulaşıldı. Küresel Dünya Sağlık Raporu, Hindistan’ın zenginlerle yoksullar arasındaki eşitsizlik açısından ikinci sırada olduğunu belirtiyor. Nüfusun %60’ı kaynakların sadece %48’ine sahiptir. Son 5 yılda 7’den fazla lakh fabrikası kapandı. 1980-81 yıllarında bir işçinin ücret payı %28,1 idi ve 2012-13 yıllarında %9’a düşürüldü. (Kaynak: ILO, Asia Pacific Working Paper serisi)

Başka bir şekilde söylemek gerekirse, emek gücünden elde edilen değerin %90’ını kapitalist sınıf tarafından ele geçiriliyor. Bu eşitsizlik aslında market ekonomisini ciddi bir durgunluğa itiyor. Buna rağmen Modi Hükümeti, Ambani-Adani’ye kolaylık sağlayarak elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışsa da, birçok sanayici üssünü Hindistan’dan çıkarıyor. GST’leri dayatmak için “Bir Ülke Bir Vergi” sloganı yükseltildi fakat bu küçük ve orta ölçekli işletmelerin tamamen yok edilmesine ve ayrıca sanayicilerin Hindistan’a yatırım yapmaktan vazgeçmelerine neden oldu. Bu vergi “terörü” ayrıca Cafe Coffe Day’in sahibini intihar etmeye sürükledi. Bir diğer yandan Ambani karantinadan faydalanarak kendi varlıklarını arttırdı. Dahası, böyle bir ekonomik senaryoyu korumak için yönetici sınıfın kaçınılmaz saldırganlığı ve kendisini faşizme doğru iteceği açıktır. Hindistan’ın yavaş yavaş faşistleşmeye başlaması Manmohan-Chidambaram’ın ekonomik liberalleşme politikalarına başlamasıyla paraleldir.

Kaldırım kitle hareketleri eşi benzeri görülmemiş bir terör oluşturmuştu ve sonuç olarak hükümet daha da saldırganlaştı. Sonra da Modi’nin avatarı geldi. İktidara gelen Modi Hükümeti “Na Khaunga na Khane Dunga” savaş çığırtkanlığı ile “Acche Din” davullarını çalmaya başladı. “Ne yolsuzluğa düşecek ne de kimsenin düşmesine izin vermeyeceğim!” dedi ama tam tersini yaptı.

Hindistan’ın siyasi senaryosuna hakim olanlar, aşırı gerici, katil lümpenler oldu. Hiç vakit kaybetmeden çıkan muhalif sesleri susturmak için acımasız yasalar çıkardılar. Hatta meclis muhaliflerine karşı CBI’i kullanıp her şeyi kendi kontrolleri altına almak için muhalifleri parmaklıklar arkasına koydular. Federal yapıdan geriye kalan her şey dağıldı ve bölgesel hükümetler gücü olmayan kuklalar haline geldi. Bu duruma uygun olarak komünal barışı yok etmek icin aşk cihatı, inek koruma ve diğer Brahman politikaları ile kampanyalar yaparak toplumsal gerginlik yarattılar. Saldırıların kurbanları Dalit, azınlık Müslüman toplulukları, Adivasis ve kadınlardı. Aynı zamanda rasyonalistler, demokratik ve açık fikirli bireyler de hedef alındı.

Bir tarafta rasyonalistler Norenda Achyut Dabholkar, Govind Pansore, Gauri Lankesh katledilirken, ayrıca Varovara Rao, Sudha Bharadwaj, Anand Teltumbde ve diğer demokratik  entelektüeller “Kentsel Naksals” olarak fişlendi ve kanlı UAPA hareketi altında parmaklıklar arkasına konuldular. Karantina döneminde hükümet, NCR-CAA-NPR’ye karşı devam eden harekette büyük rol oynayan aktivistleri tutuklamak için korona salgınını bir kılıf olarak kullandı.

Direniş alanlarımızda Chidambaram’in “Yeşil Av Hareketi” modelini modifiye edip “Mission Samadhan” olarak adlandırarak kanlı bir saldırı gerçekleştirdiler. Askeri programımızla kitleleri politik, örgütsel ve ideolojik olarak pekiştirerek mücadelemizi sürdürmekteyiz.

Modi Hükümeti ve Sangh Parivan, Goebbelsian’in nefret ve bölünme taktiklerini kullanarak nüfusun bir bölümünü kutuplaştırdı. Rasyonalistleri sadece bilimsel öfkeleriyle değil aynı zamanda fikirlerinin ve düşüncelerinin tamamen yok edilmesini amaçladılar. Halkın arasında bilimsel olmayan söylentiler yaydılar. Bu garip ortaya atılan iddialar ”Pegasus Vedik çağında Bharadwaj tarafından icat edilen bir uçaktı” gibi ya da “Bir filin başındaki tanrı Ganesh’in Hindistan’da plastik cerrah olduğunu kanıtlaması” veya “Kunti’nin oğlu Karna’nin antik Hindistan’da tüp bebek testini uygulaması” ve “Vedalarda Kuantum fiziğinden bahsedilmesi”, ”İneklerin karbondioksit soluyup oksijen vermesi” gibi “İnek idrarının korona ve diğer hastalıkları iyileştirmesi” vb. söylemler yayıldı ve hatta uluslararası bilim kongresinde Hint Bilim Toplumu için son derece aşağılayıcı bu bilgiler sunuldu.

IT hücrelerinin yardımıyla İslamofobiyi yaydılar ve nüfusun büyük bir kısmında belli ölçüde karışıklıklar yarattılar. Toplumsal nefretin yayılmasının yanı sıra, Kuzey-Doğu ve Bengalliler arasında gerilim yaratmaya başlandı. Ayrıca özellikle Mahoto topluluğunda Adivasisli olanlar ve olmayanlar, Adivasisli Hristiyan olanlar ve olmayanlar arasında nefret bölünmelerine yol açtı. Ezilen halklar arasında böyle bir bölünme yarattıktan sonra karantina “sosyal mesafeyi”  korumak için mükemmel bir fırsat sağladı. Müslümanlar koronadan sorumludur diyerek propaganda yapanlar karantina döneminin avantajını kullanıp azınlık toplulukları suçladılar. Ama tıpkı ellerinizle güneş ışınlarını engelleyemediğiniz gibi yalanlar ve safsatalarla  gerçeğin ortaya çıkması engelleyemezsiniz. Bu salgın sürecinde Modi Hükümetinin son derece gerici olan rolü tekrardan ortaya çıktı. Fakat ezilen halk ve kitleler de bu gericiliğe meydanlara çıkarak cevabini veriyor.

Arkadaşlar, 19. yüzyılın sonunda sosyalist kızıl Çin’in düşüşüyle emperyalist güçler inanılmaz bir yükselişe geçti. Emperyalist finans sermayesi kendi kanunlarına göre ciddi bir krize girdi. Yoldaş Lenin’in bize öğrettiği gibi bu kalıcı bir krizdir. Bu krizin kaynağı, aşırı üretim, piyasa ekonomisinin başarısızlığı, sermayenin ithalatı ve piyasayı kontrol edememektir. Kapitalizmin bu durumun üstesinden gelinmesi imkansızdır. Aksine saldırganlık, savaş, yıkım onların daimi yol arkadaşıdır.

Bununla birlikte, tek bir sosyalist ülke yoktur ya da başka bir söylemle proletaryanın yönetimi altında tek bir sosyalist ülke yoktur bundan dolayı işçi sınıfına da sempati duyulmasına gerek yoktur. Böylece maskesi düşen emperyalizmin gerçek yüzü ortaya çıktı. İşçi sınıfının binbir mücadele ile kazandığı haklar büyük aksiliklerle karşı karşıyadır. Kapitalist kamp sosyalizmin geçici başarısızlığından duyduğu memnuniyetle; sosyalizmin modası geçmiş bir ideoloji olduğu naraları atmaktadır. Fakat buna rağmen kapitalizmin krizlerini gören halk kitleleri kendilerini tekrar sosyalizm ve Marksizm fikirleriyle donatmaya başladılar. Sosyalizmin geçici yenilgileri halk kitlelerinde kesinlikle bir kafa karışıklığı yaratmıştır. Temel bilimlerden değil de uzmanlaşmış bilim dallarından doğru bir bakış elde etmek ve kâr amacıyla teknolojiyi özendirmek mevcut küresel durumu doğru şekilde anlamaya engel olur. Bunu fırsata çeviren kapitalistler ve onların sponsor entelektüelleri serbest piyasa fikrini teşvik edebilmek için sermayenin önünde duran engelleri kaldırır. Kamu kurumlarını kendilerine kâr sağlayan ve kaynaklarını yağmalayabildikleri birimlere dönüştürmek için sermayelerini yatırım yaparak Asya-Afrika-Latin Amerika’daki bölgelerde ekonomik hakimiyet kurmak için Manmohan-Chidambaram-Amit Shah gibi ajanlarla müttefik olurlar. Bunun açık sonucu dünya çapında yaşanan kitlesel huzursuzluklar ve tepki olarak uygulanan faşist saldırılardır. Devletin faşist doğası tamamen serbest piyasa ekonomisine bağlıdır. Bu temelde liberal ve neo-liberal ekonomik modeller, “kapitalizme alternatif yok” görüşünü, “tarihin son aşamasına ulaştık”, “bilimin son aşamasına ulaştık”, “insan küreselleşmenin yüzü ” yalanlarıyla geliştirerek etki kazanıyor. Politik olarak bu neoliberal politikalar faşizmi destekler. Bu fikirler bir yandan faşizmi güçlendirirken diğer yandan devrimci hareket içinde karışıklık yaratmaya çalışır. Bu çağdaş neofaşist çağda ideolojik temelleri post-yapısalcılık, postmodernizmdir. Bu temelde metafizik, agnostiktir ve doğada olan nesnel gerçeği tanımaz. Eğer gerçeğe idealist bir perspektiften bakarsak, o zaman gerçeğin mutlak olduğunu göreceğiz.

Maddi bir değişimin dinamikleri sürekli bir şekilde değiştiği için, hiçbir gerçek olmadığı anlaşılmaktadır, ancak bu sonuca, gerçeğin mutlak olduğu varsayılarak varılır. Fakat maddenin dinamik doğasını hesaba katarsak, o zaman Lenin’in tanımına göre “Madde, insana duyumları tarafından verilen ve bağımsız olarak mevcutken duyumlarımız tarafından kopyalanan, fotoğraflanan ve yansıtılan nesnel gerçekliği ifade eden felsefi bir kategoridir. Bu, realitenin bilincimizin ötesinde bir varlığı olduğu anlamına gelir. Başka bir deyişle, mevcut değildir veya duyularımızın ötesinde yoktur, doğru değildir. Lenin yoldaş ayrıca “Dünyada hareket halindeki maddeden başka bir şey yoktur ve hareket halindeki madde uzaydan ve zamandan başka bir şekilde hareket edemez.” O zaman gerçeğe ne oldu? Maddeye uzay ve zaman bakımından diyalektik bir şekilde yeni bir ışıkta “hakikat”i tanımlamak.

İdealistler, gerçeği varolmayan ya da mutlak ya da metafizik bir şey olarak görürlerdi.

Bu iki görüş diyalektik materyalist yaklaşımla reddedildi. Her şeyden önce, diyalektik materyalizm maddenin nesnel gerçeğini oluştururken, diğer yandan mutlak gerçeklik kavramını reddetmek, gerçeğin de göreceli olduğunu ve mekâna ve zamana bağlı olduğunu gösterdi. Toplumumuza bakarsak, bunun sınıfa bölünmüş olduğunu göreceğiz.

Toplum farklı sınıflardan oluşur, bunun sonucu olarak sınıf mücadelesi vardır. Uzay ve zaman açısından bakacak olursak, sınıf  ayrımının olmadığı ilkel komünist toplumlarda gerçekliğin bu olmadığını fark edeceğiz. Engels’in bakış açısına göre bazı nesnel gerçekler vardır. (Engels) Napolyon’un ölümünden bahsederek geçmişte meydana gelmesine karşın bunun gerçek olduğunu söyler. Ayrıca karşıtların birliğinin maddenin doğası olduğunu da biliyoruz – bu aynı zamanda nesnel bir gerçektir. Lenin mutlak (gerçeklik) kavramını kabul eder, ancak idealist bir bakış açısıyla değil. Lenin, gerçeğin uzay ve zamana bağlı ve göreceli olduğunu ancak  aynı zamanda bizim yorumumuzun ötesinde var olduğunu gösterdi. Böylece Lenin, gerçeğin idealist yorumu ile diyalektik anlayışı arasında bir çizgi çizdi. Başka bir deyişle Lenin, bir gerçeğin mutlak olduğu kadar göreceli de olabileceğini gösterdi. Birçok kişinin aklı, gerçeğin ne zaman göreceli ne zaman mutlak olarak adlandırılabileceğini düşünerek karışmış bir durumda olabilir. Leninizm’e göre, gerçeğin mutlak olmadığını ve mutlak gerçeğin sonsuza dek mutlak olmayacağını anlamalıyız. Mutlak diyoruz çünkü gerçeklik bireyin yorumundan bağımsız olarak vardır. Onun varlığı, onu bilip bilmediğimize bağlı değildir. Bu anlamda (gerçek) mutlaktır ve aynı zamanda dinamik olduğu için de görecelidir. Bu bakış açısıyla Lenin Engels’in Boyle yasasına dair söylediklerini hatırlatır “(Engels) burada Boyle yasası (bir gazın hacmi o gaz üzerine yapılan basınçla ters orantılıdır) örneğini izler. Bu yasanın içinde taşıdığı “gerçek tohumu” ancak belli sınırlar içerisinde mutlak gerçeği temsil eder.” Bu, gerçekle ilgili Marksist bakış açısıdır (göreceli ve mutlak). İdeolojik olarak postmodernistlerden ayrıldığımız yer işte burasıdır. Onlar “gerçeği” hiçbir şekilde kabul etmezler. Bu nedenle, sadece eski agnostiklerin (bilinmezcilerin) yeni bir şeklidirler. Hiçbir şeyin nesnel gerçekliğini kabul etmezler, onlara göre yönetenler, güçlü ve baskın olanlar -sınıf kavramını kabul etmiyorlar- kendi “dil” ve “yapımız” ile söylem seçerler ve biz onları bu yolla yorumlarız.

Onlar için maddenin varlığı yoktur, sadece “anlatı”nın varlığı vardır. Bilim, maddeyi ve dünyayı anlamak için bir araç değildir, bilim, baskın varlıkların “büyük anlatısının” sadece bir parçasıdır. Marksizm hakkında da benzer bir anlayışa sahipler. Sınıf mücadelesi vererek proletarya diktatörlüğünü uygulamak ve sömürüsüz, sınıfsız bir toplum kurmak, onlara göre sadece bir “büyük anlatım” ya da bir “ana söylem”dir. Sınıfsız toplumun kurulamayacağına dolayısıyla tek gerekenin demokratik hakların sınırlarının genişletilmesine yardımcı olmak için küçük inisiyatifler alınması olduğuna inanıyorlar. Sadece bununla sınırlılar. Sonuç olarak anarşist mücadele biçimleri anlayışlarına hakimdir – mücadele ortaya koyar ancak asla örgüt kurmazlar. Oysa, en küçük görevleri yerine getirmek için bile örgüt gerekir. Ayrıca, yeni bir kavram gibi görünse de gerçekte Paris komününden önce Marx-Engels ve anarşistler arasındaki tartışmadan farklı olmayan bir örgütlenme biçimi fikri ortaya koydular. Bu yeni şişede eski şaraptır yalnızca. Organizasyonun piramidal yapısını, yüksek seviyelerden düşük seviyelere kadar komiteler geliştirmeyi, demokratik merkeziyetçiliği, birleşik bir şekilde görüş alarak kararlar almayı vb. tamamen reddettiler. Tek kelimeyle, bireyciliğin, tüketimciliğin ve bir tür nihilizmin neo-metafizik fikirlerini benimsediler. Örgütsel yapıda anarşizmi benimsediler. Temel olarak, neo-liberalizm ile birlikte postmodern fikirler ortaya çıktı, benzer şekilde örgütsel düzeyde de neo-anarşizm hakim oldu.

Sanat-edebiyat-drama alanlarında Ford Vakfı, Rockefellar Vakfı, CIA ile birlikte dünya çapında birçok yazar, sanatçı ve entelektüeli finanse eden STK’ları finanse ettiler.  İşçi hareketlerine, proleter devrime ve sosyalist ülkelerin inisiyatiflerine bağlı gelişen sanat-edebiyat, sosyo-ekonomik krizi ve kurtuluşa ulaşma mücadelesini gösteriyordu. Bu tür sanat-edebiyat, sosyo-ekonomik sorunları dikkate almadan bireye önem vermek yerine topluma bir bütün olarak vurgu yapmıştır. Öte yandan, emperyalist ülkelerin finanse ettiği STK’ların anlayışı biçime ve bireysel tutkulara çok daha fazla önem verdi. Bireyciliği ve kolektif mücadelenin anlamsız olduğu fikrini teşvik etti. Bu, tüm sanat-edebiyat alanına hükmetti. Bununla birlikte, internet ve sosyal medya da tüketiciliği ve bireyciliği kültürel olarak teşvik etmede rol oynamıştır. Burjuva kavramı olan “özel mülkiyet ” bireysel özgürlüğe büyük önem verir, benzer şekilde neo-liberalizmin ekonomik temeli postmodernistler tarafından neo-anarşist biçimde teşvik edilir bu da faşizmi güçlendirir. Kadın hakları, ırkçılık, kastçılık, komünizm ile ilgili hareketlerin hepsi sınıf görünümü ve sınıf mücadelesi ile ilgilidir, ancak postmodernistler böyle bir bilimsel yaklaşımı reddetmiş ve bu hareketleri sınıf perspektifinden ve işçi sınıfı hareketlerinden ayırmaya çalışmışlardır. Dolayısıyla her iki hareketi de bir bütün olarak zayıflatırlar. Böylelikle emperyalizm, bu tür ideolojileri destekleyerek dünya çapında işçi hareketlerini engellemek için bu şekilde çalışır. Bunun partimiz üzerinde de önemli bir etkisi var. Özellikle öğrenci hareketleri, kadın hareketi, hak hareketi, işçi hareketi ve diğer entelektüel cepheler bu sorundan muzdariptir. Sonuç olarak, hareketimizde bireycilik, ataerkillik ve tüketici eğilimlerinin etki kazandığı fark edilebilir.

Bununla birlikte, düşman “Düşük Yoğunluklu Çatışmasını” psikolojik düzeyde yürütmektedir. Bu sorunlar düşmanın dolaylı olarak psikolojik bir savaş yürütmesine yardımcı oluyor. Benmerkezci tutum, aşırı bireysellik, çoğunluğun görüşüne uymamak, tartışmayı çözmeden farklı bir organizasyon açmak, demokratik merkeziyetçiliğe önem vermemek postmodern eğilimlerin doğrudan ve dolaylı olarak kurumumuzu içsel olarak zayıflatan etkileridir. Açıkça görülüyor ki bu aynı zamanda hareketleri de zayıflatmaktadır. Postmodern eğilimlerin bizim parti üyelerimiz arasında bile, bilinçsiz şekilde, yazılarında ve konuşmalarında göze çarpan güçlü etkileri olduğu gözlenebilir. Bu kendi uygulamalarında da bir etki yaratıyor. Buna ancak Marksizm-Leninizm-Maoizm’in derinlemesine anlaşılması, demokratik merkeziyetçiliğin uygulanması, partinin Bolşevikleşmesi ve Uzun Süreli Halk Savaşı ile köylü devrimine hizmet etme ile karşı çıkılabilir.

Yoldaşlar; yoldaş Mao Zedong’un ölümünden sonra, Deng Xiaoping’in revizyonist klişesinin iktidarı ele geçirdiğini ve devrimcileri ezdiğini biliyoruz. Bu kapitalist darbeciler yavaş yavaş sosyalist Çin’i piyasa ekonomisine dönüştürdü. Dolayısıyla dünyada tek bir sosyalist ülke yoktu. Ancak 1970’lerden 1980’lerin ortalarına Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar iki rakip emperyalist güç vardı. Biri Amerikan emperyalizmi, diğeri sosyal emperyalist Sovyetler Birliği’ydi. Bu iki ülke arasında soğuk savaş vardı. ‘80’lerin sonlarında Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, dünya sadece bir emperyalist güç tarafından yönetildi. Krizden etkilenen Amerikan emperyalistleri, güçlerini belirli bir süre boyunca tüm dünyaya empoze ettiler. Fakat bu noktada hakimiyeti her geçen gün azalıyor. Bir yandan güçlü Amerika’nın Avrupa Birliği’yle ve diğer ülkelerle olan uluslararası ilişkilerinde çöküşünü, diğer yandan da Çin sosyal emperyalist gücünün yükselişini gözlemleyebiliriz. Böylece yine başka bir Soğuk Savaş tehdidiyle karşı karşıyayız. Korona salgını, dünyayı emperyalist güçler arasındaki çelişkinin yoğunlaştığı ve devrimci durumun sayısız olasılığının ortaya çıktığı çok garip bir duruma soktu.

Dünyadaki komünist hareketin subjektif olarak zayıf olduğu da doğrudur. Düşman, Rus devriminden, Çin devriminden, Çin-Hindi Kurtuluş savaşlarından devrimci durumun nasıl zapt edileceğini öğrendi. Partimizin yürüttüğü Uzun Süreli Halk Savaşı, kendi LIC politikaları yoluyla ülkemizin egemen sınıflarının hedefi olmuştur. Partiye askeri olarak karşı koymak için taktikler tasarladılar, aynı zamanda partinin subjektif gücünü zayıflatmak için de psikolojik bir savaş yürütüyorlar. Örgütümüzü kırmak için parti işçilerinin proleter olmayan eğilimlerini ve sapmalarını sömürüyorlar. Bazı yoldaşlar da onların tuzağına düşüyor. Bu saldırıyı yenmek için Merkez Komitemizin liderliği Bolşevikleşme programını üstlendi.

Bugün dünya sosyalist hareketini gözlemlersek, o zaman sosyalist bir ülke olmadığını anlayacağız. Sonuç olarak, Rus devriminden önceki benzer koşullarla karşı karşıyayız. Ülkemizdeki devrime yardım etmek için uluslararası işçi sınıfı elbette bizim tarafımızdır, ancak bize yardım edecek tek bir sosyalist ülke yoktur. Tarihten aynı olayın bir daha tekrarlanamayacağını öğrendik. Rus devriminden önce, Sovyet’teki komünist devrimciler Paris Komünü deneyimine sahiptiler. Paris Komünü’nden, Rusya’daki sosyalist devrimden, Çin’deki yeni demokratik devrimden sosyalist devrime, Hint-Çin Kurtuluş savaşlarından, Büyük Proleter Kültür Devrimi’nden, yoldaş Stalin liderliğindeki faşizme karşı savaştan ve Naxalbari bayrağı altında işçi ve köylülerin büyük mücadelesinden öğrenebiliriz, bu deneyimlerimizi zenginleştirebilir.

Sosyalist devrimin nesnel gerçekliği, maddi koşullar ve ezilen ulusun kitlelerinin mücadelesiyle emperyalist ulusların egemenliğinin çürümesi sayesinde mükemmel bir fırsat sağlamıştır. Naxalbari ayaklanmasından beri son 53 yıldır silahlı direnişin bir gün bile durmadığını görüyoruz. Bu ülkenin gerici yönetici sınıfları, komünist devrimcileri “iç güvenliğe yönelik büyük tehdit” olarak tanımladı. Bu baskıya rağmen devrimci mücadelemiz yayılıyor. Bu devrimin ilerlemesi için birçok yoldaş hayatlarını ortaya koydu. Mücadelemizin yanı sıra, Hindistan’ın diğer bölgelerindeki kendi kaderini tayin hareketleri devlete karşı silahlı bir direniş yürütüyor. Özellikle Keşmir ve Kuzeydoğu’da Ulusal Kurtuluş hareketleri silahlı mücadele yürütüyorlar. Modi-Şah yönetimi sırasında Dalitler ve azınlık toplulukları demokratik kitlelerle birlikte hareketlere katılıyor. Karantina (sokağa çıkma yasağı) ekonomik krizi daha da derinleştirecek ve sonuç olarak işçi köylü hareketi daha da gelişecek ve bu da Uzun Süreli Halk Savaşı’nı yükseltecektir. Bu açıdan partimizin 9. Kongresi (birinci Kongre) bize bazı görevler sundu: Halk Kurtuluş Ordusu kurmak perspektifiyle gerilla savaşını Uzun Süreli Halk savaşına ilerletmek, gerilla bölgelerini üs alanlarına dönüştürmek, Halk Gerilla Kurtuluş Ordusunu Halk Kurtuluş Ordusuna dönüştürmek. Bu üç görevi yerine getirmek artık çok daha mümkün.

Bu durumdan yararlanalım, köylü devrimini daha gelişmiş bir seviyeye taşıyalım ve Yeni Demokratik Devrimi gerçekleştirerek şehitlerimizin hayallerini gerçekleştirelim. Bu şehitlerimize saygılı bir övgü olsun.

Devrimci Selamlarla

Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Merkez Komite Doğu Bölge Bürosu”

 

 

 

ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Hindistan’da hükümetin salgın politikalarını eleştiren onlarca gazeteci gözaltına alındı

Sonraki Yazı

Kongo’da asker yoldan geçenlere ateş açtı: 12 kişi hayatını kaybetti

Related Posts

Güncel

Samsun’da İbrahim Kaypakkaya anıldı

18 Mayıs 2025
Güncel

Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun, binlerce kişinin katılımıyla anıldı

18 Mayıs 2025
Güncel

Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya İstanbul’da anıldı

18 Mayıs 2025
Dünya

Siyonist İsrail Gazze’ye kara saldırısı başlattı

18 Mayıs 2025
Güncel

Komünist Önder İbrahim Kaypakkaya Dersim’de anıldı

18 Mayıs 2025
Güncel

Tutsak Partizanlar: Selam olsun önderimiz İbrahim Kaypakkaya’ya!

18 Mayıs 2025
Sonraki Yazı
1 8

Kongo'da asker yoldan geçenlere ateş açtı: 12 kişi hayatını kaybetti

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:[email protected]