Geçtiğimiz haziran ayında Ortadoğu birçok önemli seçime sahne oldu. Bunlardan en çok öne çıkanı kuşkusuz bölgenin başat devletlerinden birisi olan İran’da gerçekleşen seçimlerdi. Katılımın boykot çağrıları nedeniyle düşük kaldığı seçimin kazananı dini lider Ali Hamaney’e yakınlığı ile bilinen muhafazakâr kanattan İbrahim Reisi oldu. Ve “reformist” kanattan Hasan Ruhani’nin yerine “seçilen” yeni cumhurbaşkanı oldu. Bu değişimin İran’ın iç ve dış siyasetinde birtakım değişikliklere yol açacağı ve bunun bölgedeki gelişmeleri etkileyeceği aşikârdır. Bu başlı başına bir değerlendirme konusudur. Ancak burada değerlendirmeyi hak eden bir diğer nokta İran devletinin seçim sürecine yaptığı aleni müdahalelerdir.
İran hâkim sınıfları kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda güçlü isimlerin seçimde aday olmasını engelleyerek Reisi’nin seçimlere zayıf rakiplerle girmesini sağlamış, onun kazanması için önünü açmıştır. Bu durum emperyalist kapitalist sistemin bir parçası olan ülkelerde özellikle de yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde seçimlerin nasıl bir aldatmacadan ibaret olduğunu, bu sistemde halkın tercihlerinin hiçbir önemi olmadığını bir kez daha herkese göstermiştir.
Burjuva ideologlar kapitalist sistemdeki seçim olgusunu halkın kendi kendisini yönettiğinin “kanıtı” olarak sunar. Güya bunlara göre halk seçimler yoluyla kendisini yönetecek olanı seçebilecek özgürlüğe sahiptir ve seçimler halkın iradesinin bir yansıması olmaktadır. O halde kapitalist toplumda herkes siyasal bakımdan eşittir(!) Oysa bu kapitalist toplumdaki en büyük aldatmacalardan birisidir. Her şeyden önce sınıflı toplumlarda ekonomik ve siyasal iktidar üretim araçlarına sahip olan hâkim sınıfların elindedir. Kapitalist sistemde bu sınıf burjuvazidir. Devlet de hâkim sınıfın iktidarını sürdürmesini sağlayan bir araçtır. Devlet baştan aşağıya hâkim sınıfın (kapitalist sistemde burjuvazinin) çıkarlarını koruyacak biçimde dizayn edilmiştir. Dolayısıyla bu sistemde devletin başına kim geçerse geçsin burjuvazi devlet aracılığıyla toplumu yönetmeye devam eder. Zaten devletin başına geçmesine izin verilen partiler burjuvazinin çeşitli kliklerini temsil eden düzen partilerinden ibaret kalır. Bu nedenle sömürüye dayalı günümüz sınıflı toplumlarında seçimler halkı hâkim sınıfların hangi kesimlerinin daha çok ezeceğini tayin edebilir o kadar. Çoğu zaman hangi düzen partilerinin iktidara yerleşeceği hâkim sınıflar tarafından perde gerisinden o dönemdeki ihtiyaçlara göre belirlenir. O partiyi, kişiyi iktidara taşımak adına hâkim sınıflar devasa propaganda aygıtını harekete geçirip halka ona oy vermeye yönlendirir veya hile dahil her türlü dolabı çevirir. Seçimler de hâkim sınıfların meşruiyet üretme, halkı kandırma aracı olmaktan ibaret kalır. Bu burjuva demokrasisinin hâkim olduğu emperyalistkapitalist ülkelerde de böyledir. Ancak yarı sömürge, yarı feodal ülkelerde seçimlerin göstermelik oluşu daha aleni bir durumdur. Bu ülkelerde hâkim sınıflar seçim süreçlerine çok daha açık bir biçimde müdahale ederek emperyalist efendilerinin ve kendilerinin istedikleri düzen partilerini yönetimlere taşırlar. Çoğu zaman yasal engellerle, seçim barajları ile “istenmeyen” kişi ve kesimlerin seçimlere girmesi dahi engellenir.
İran’da gerçekleşen son seçim de bunun net bir örneğini sunmuştur. İran’da seçime aday olabilmek için doğrudan dini lidere bağlı bir kurum olan “Anayasa Koruma Komitesi”nin onayını almak gerekmektedir. Bu komite hâkim sınıfların o dönem ki ihtiyaçlarına göre bir adayı öne çıkartıp ona rakip olabilecek diğer güçlü adayları eleyerek istedikleri adayın seçimi kazanmasını sağlamaktadır. Özellikle ABD ile pazarlıkların yürütüleceği, yumuşamanın istendiği dönemlerde “reformist” kanattan bir aday öne çıkartılmakta, diğer dönemlerde ise “muhafazakâr” kanattan adayların kazanması sağlanmaktadır. Örneğin bir önceki Cumhurbaşkanı olan Ruhani’ye karşı zayıf adayların seçimlere girmesi sağlanarak Ruhani cumhurbaşkanı yapılmıştı. İbrahim Reisi için de benzer bir süreç işlemiştir. “Anayasa Koruma Komitesi”, “reformist” kanattan eski meclis başkanı Ali Laricani veya “muhafazakâr” kanattan eski Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejat gibi isimlerin dahi adaylık başvurularını reddederek İbrahim Reisi’nin seçimi kazanması adına her türlü dolabı çevirmiştir. Nitekim halkın büyük çoğunluğunun bu tiyatroya tepki göstererek sandığa gitmemesi sonucunda katılımın %48’de kaldığı seçimi Reisi kazanmıştır.
Burada İran hâkim sınıflarının Reisi’yi iktidara taşımasının nedenlerine de kısaca değinmek gerekir. Bilindiği üzere ABD İran’la 2015 yılında imzalanmış olan nükleer anlaşmadan Trump döneminde çekilmiş ve İran’a yönelik yaptırımlar tekrar başlamıştı. ABD yaptırımları nedeniyle İran ağır bir ekonomik ve siyasi krize sürüklenmişti. Biden’in başkanlık koltuğuna oturmasının ardından ise ABD yeniden nükleer anlaşmaya dönmek istemiş ve bu kapsamda iki devlet arasında pazarlıklar da bir süre önce başlatılmıştı. Ancak ABD anlaşmaya yeniden dönmek için İran’dan balistik füze programının durdurulması, HamasHizbullah gibi örgütlere verilen desteğin kesilmesi gibi birtakım yeni tavizler istemiştir. İran her ne kadar bir an evvel yaptırımlardan kurtulmak adına nükleer anlaşmaya dönmeyi arzulasa da ABD’nin beklediği bu yeni tavizleri vermeye yanaşmamaktadır. Bu sebeple ABD ile yürütülen pazarlıklar bir türlü sonuç vermemiştir. Şimdi de İran “reformist” kanattan birisi yerine “muhafazakâr” kanattan birisini devletin başına getirerek ABD ile yürütülen pazarlıklarda elini güçlendirmek istemiştir. İran hâkim sınıfları Reisi ile birlikte İran’ın bölgede daha agresif politikalar izlemesinden çekinen ABD’nin dayatmalarından vazgeçerek nükleer anlaşmaya dönmek isteyeceğini hesaplamaktadır. Bununla birlikte ekonomik kriz İran halkının düzene olan öfkesini her geçen gün büyütmüştür. Son dönemde Molla rejiminin ağır baskısı altında olan kadın ve gençler başta olmak üzere açlığa mahkûm edilen işçi ve emekçiler, halkın değişik kesimleri sık sık sokağa çıkmaya başlamış hatta bu eylemler belli bölgelerde ayaklanma boyutuna varmıştır. Halkın büyüyen öfkesinden korkan hâkim sınıflar yeni dönemde halka yönelik baskısını daha da arttırmayı planlamaktadır. Bu politikayı da “muhafazakâr” kanattan bir cumhurbaşkanı ile daha rahat hayata geçirebileceğini düşünmektedir. Nitekim Reisi’nin rejimin en sadık kadrolarından birisi olduğunun ve daha önce yargı erkinin başında olduğu dönemde devrimciler ve Kürtler başta olmak üzere binlerce muhalifin idam edilmesinden sorumlu olduğunun da altını çizmek gerekir. Dolayısıyla bu durum Reisi’nin hangi amaçla iktidara taşındığını açıklamaya yeter durumdadır.
Sonuç olarak İran örneği bir kez daha göstermiştir ki bu düzende seçimlerden kurtuluş beklemek büyük bir yanılgıdır. Egemenler açısından halkın kime oy verdiğinin, kimi tercih ettiğinin hiçbir önemi yoktur. Hâkim sınıflar kimi istiyorsa iktidara da o düzen partisi gelmektedir. Bu İran ve TC gibi yarı sömürgelerde daha açık, emperyalistkapitalist ülkelerde ise daha örtülü bir şekilde yapılmaktadır. Bu sebeple halkın kurtuluşu seçimde değil devrimdedir. Ancak bu düzen yıkıldığı ve proletarya önderliğinde halk iktidarı ele geçirdiği zaman gerçekten halk kendisini yönetebilecek, geleceğini ve “kaderini” tayin edebilecektir.