Dönüştürücü ve toplumu ileriye taşıyan her tutumun, her zaman komünistlerin seçeneği olduğunu söylemiştik. Komünist bir zeminde durulduğunda, erkek egemen burjuva çizgiyle, cinsiyet eşitliğini esas alan komünist çizgi arasındaki mücadele süreklidir. Bu mücadelede, çizgilerin bireylerdeki tezahürlerini, varlık koşullarını ve görüngülerini anlamak kritik bir önem taşır. Çünkü her olguyu ancak kendi iç çelişkisiyle kavrayabiliriz ve kavrama düzeyimiz ölçüsünde, bu mücadelenin ya öznesi ya da yalnızca tanığı oluruz.
İyi bir devrimci olmak, “iyilikle tanımlanmış” bir kalıba girmek midir? Eğer devrimci kişiliği belli özelliklerle sabitlenmiş, durağan bir biçime bürünmek olarak anlarsak onun özünü, yani tarihsel ve sınıfsal hareketini yok saymış oluruz. Kalıp, belli tarihsel koşulların ürünü olan, değişime dirençli bir biçimdir; oysa devrimcilik, bu koşullar değiştikçe kendini yeniden üretebilme iradesidir. Devrimci çizgi, kalıplarla değil, mücadeleyle tanımlanır.
Değişmeyen bir kalıp içindeki kişi, zamanla o kalıbın niteliğini bile kavrayamaz; çünkü biçim sabit kaldıkça içerik donar, kişi ise biçimsizleşir. Bu yüzden, bizim için iyi bir devrimci olmak, bir kalıba uymak değil, tarihsel olarak kendini sürekli yeniden kurma yetisine sahip olmaktır.
Komünist partinin ve onun kadrolarının gelişebilen ya da zamanla gerileme riski taşıyan, yani canlı ve çelişkili unsurlar olduğunu biliyoruz. Kalıplar ise dogmatik olanlar, devrimi bir ezbere indirgeyenler, geçmişle romantik bir bağ kuran ama geleceğe yön veremeyenler içindir. Oysa biz, komünist olmanın ömür boyu süren bir mücadele olduğunu biliyor ve bu mücadeleyi her gün yeniden üstleniyoruz.
Biz romantik değiliz; tarihine sahip çıkan, yoldaşlarının yaşamlarından öğrenenler olmalıyız. Dogmatik değiliz; yeniyi ve devrimci olanı arzulayanlarız. İyi bir devrimci olmak isteyen kişi, bunu yalnızca kendi için değil, esas olarak devrim için istemeli ve bu uğurda çabalamalıdır. Çünkü özgür insan, bu seçimi yapabilen insandır.
Ama bu seçim, iyiyle kötü arasında değil; komünist olanla olmayan arasındadır. Ve bu seçim, yalnızca bir tercih değil, bizzat mücadelenin kendisidir. Seçimini yaptığında, artık kısa süreli bir muharebede ya kazanır ya da kaybedersin. Ve sonra tekrar, tekrar!
Bu mücadele, sıradan bir iş gibi yürütülemez; tam da bu yüzden devrimcilik kalıplara sığmaz. “Disiplinliysen iyi bir devrimcisin” demek yetmez—esas olan, en zor anlarda bile örgüt disiplinine bağlı kalabilmektir. Sınanmak, bu yolun ayrılmaz bir parçasıdır. Ve kaçınılmazdır.
Bu yüzden Otto Vargas’ın da, Mao’nun da altını çizdiği “sürekli mücadele” anlayışına inanıyoruz. “Komünist” adını aldığın anda gerçekten geri dönüşsüz bir yola mı girilmiş olur? Öyle olsaydı, Mao neden “Burjuva karargâhlarını bombalayın!” desin?
Elbette bireylere büyük bir sorumluluk yüklüyoruz. Ancak amacımız bireyleri hedef tahtasına koymak değil; çünkü komünist ve komünist olmayan çizgiler nihayetinde bireylerde somutlaşır. Partinin canlı bir yapı olması, onun toplumun geri değerlerine karşı geçirgenliği olduğu anlamına da gelir. Bu da komünist olmayan anlayışların parti içinde var olabileceği koşulları yaratır. Ama açıklık göstermek, bu anlayışları kabul etmek demek değildir.
Buradan, toplumda mevcut olan geriliklerin—yani burjuva çizginin—parti saflarında var olmasının “meşrulaştırıldığı” gibi bir sonuç çıkarılamaz. Bu suçlama dagmato revizyonistler tarafından Mao’ya da yöneltilmişti. Oysa burada zemini biz kurmuyoruz; zemin zaten vardır. O zemin, bizzat komünist partinin kendisidir.
Komünist partisi, sınıflı toplum gerçekliğinin bir parçasıdır ve bu nedenle toplumu belirleyen temel çelişkilerden tümüyle yalıtık bir yapı olarak var olamaz. Toplumsal ideolojik unsurlar—başta egemen sınıf ideolojisi olmak üzere—kaçınılmaz olarak komünist partiye yansır; ya da parti, bu unsurları kendi varlık zemininde bir biçimiyle taşır. Her varlık gibi komünist parti de mutlak bir yapı değil, bir çelişkidir: içinde hem komünist olanı hem de komünist olmayanı barındırır.
Sorun, komünist olmayan anlayışların, toplumdaki egemen ideolojinin bir parçası ya da yansıması olarak parti içinde yer alıyor olması değildir; asıl mesele, bu çizginin parti içindeki etkisi, gücü, bulaşıcılığı ve buna karşı yürütülen mücadelenin niteliğidir.
Sınıf savaşı sürdükçe, komünist partilerde de iki çizgi mücadelesi sürecektir. Bu konuda hiçbir kuşkuya yer olmamalıdır. Komünist partideki komünist olmayan anlayışların varlığı, toplumsal ideolojik kuşatmanın bir yansımasıdır—ve bu, bir “yorum” meselesi değil, doğrudan bir mücadele meselesidir.
Bu nedenle, sınıf mücadelesi sona erdiğinde, bu mücadeleye de ihtiyaç kalmaz; böylece komünist partinin varlık koşulları da ortadan kalkar ve nihayetinde komünist parti de tarihten silinir.
Bu bakış açısını, komünist parti içindeki her birey bakımından yeniden düşünmeliyiz. Komünist partide, komünist olmayan çizgiyi taşıyabilecek olan kim olabilir? Elbette yalnızca bireyler. Dolayısıyla, “Komünistler mutlak komünisttir, ama parti kendinde zıddını taşır” gibi bir ifade, idealist ve tutarsız bir yaklaşımdır.
Komünist partilerde varlığını sürdüren burjuva anlayışların, onun kadrolarında hiçbir karşılığı olamayacağını savunmak; somutu, çelişkiyi ve mücadeleyi inkâr etmektir. Bu, gerçeklikle hiçbir bağ kuramayan, soyut düşünceden ibaret bir bakış açısıdır. Buna hak vermek mümkün değildir.
İşte tam da bu nedenle, her birimiz kendi içimizdeki çelişkileri tanımaya, onları anlamaya ve aşmaya yönelmeliyiz.
Olaylara bakış açımızı, yani nerede durduğumuzu, bu çelişkiler içinde baskın olan yan belirler. Komünist olanla olmayanı ayırt edebilmek, gerçekten özgür bir seçim yapabilmek için önce komünist bir bakış geliştirmemiz gerekir. Kadın sorununa da ancak bu gözle yaklaşabilirsek doğru yerde konumlanabiliriz.
Sorunun mu, yoksa çözümün mü bir parçası olacağız, bütün mesele budur.
SUÇLARI NASIL ELE ALMALIYIZ?
Bilinçli biçimde parti malına zarar vermenin, yalan söylemenin, disiplini çiğnemenin suç olduğunu kimse inkâr etmez. Bu tür suçları açıkça işlemiş olanlar, eğer parti çizgisi tutarlılıkla işletiliyorsa, ilk aşamada “dışlayıcı” bir tutumla karşılanır. Suçu reddetmek ve partiyi her türden burjuva anlayışlardan arındırmak mücadelesi bakımından bu tutum yerindedir. Çünkü partiyi savunmak, devrimi savunmaktır; ve “onun kızıllığını bozan bütün lekeler, ciddi ve titiz bir çabayla silinip atılmalıdır.”
Ancak bu dışlayıcı tutum, sürecin sonu değil, başlangıcıdır. Suçlu olan kadronun öz eleştiri vermesi, yani kendi payını görmesi ve bu yönüyle dönüşmeyi talep etmesi halinde, tutum da değişime uğrar. Bu durumda “dışlama”, dönüşüm sürecine içkin bir araç halini alır. Yani öz eleştiri, yalnızca suçun değil, suçlunun da arınmasıdır. Bu ilerleme olmadan dışlayıcı tutumu terk etmek, arınmanın zorunlu şartını inkâr etmek anlamına gelir.
Ne var ki, çoğu zaman bu noktada bir yanılgıya düşüyoruz: Sorunu nedenleriyle değil, yalnızca sonuçlarıyla değerlendiriyor, tüm dikkatimizi sonucu ortadan kaldırmaya yöneltiyoruz. Oysa yalnızca sonucu hedef almak, ne ciddi ne de titiz bir çaba gerektirir. Asıl görev, sonucu doğuran zemini, çizgiyi ve süreci kavrayarak mücadele etmektir.
Örneğin; parti malına zarar verenin zararı karşılatılır, yalan söyleyenin yalanı düzelttirilir, disiplini çiğneyen alt düzeye çekilir ya da dışa konumlandırılır. Kural uygulanmış olur. Oldukça basit, değil mi? Basit ama yetersiz. Ezberlenebilir ama uygulamada her zaman çözüm üretmez. Çünkü suçlar, daha derindeki sorunların yalnızca en görünür biçimidir.
Biraz daha derinleştirelim;
Kadına yönelik suçlar nelerdir? Açık olalım: mobbing, taciz (sözlü ya da fiziksel), tecavüz, şiddet (psikolojik, fiziksel, cinsel, ekonomik)… Bunların her biri, daha derin ve yapısal bir sorunun görünür biçimidir. Ancak saydığımız bu suçlar, çoğu zaman “eksiklik” olarak dahi kabul edilmez. Görülürler, fakat görünmez kılınırlar.
Psikolojik şiddet, örneğin; aşağılama, kandırma, aldatma, bağırma biçiminde kendini gösterir. Ama bu haliyle bile çoğu zaman fark edilmez ya da meşrulaştırılır. Tecavüz, evli ya da sevgili olunan bir ilişkide “karılık-kocalık görevi” gibi sunularak suç olmaktan çıkarılır. Ekonomik şiddet, “aile ekonomisi” adı altında görünmez hale gelir. Mobbing ise, çoğu zaman “üstün alta öğrettiği” bir disiplin biçimi gibi kabul ettirilir. Yukarıda sözünü ettiğimiz yaklaşımla bu suçları da çözmeye kalkarsak ne olur? Kadınla erkeği birbirinden uzaklaştırmak bir çözüm gibi sunulabilir ya da suçlular için belirli cezalar öngörülür. Oysa bu, çelişkileri kavrayamayan ya da kavramak istemeyenlerin çözümüdür. Çünkü bu suçlar, kadının ikincil cins konumunu yeniden üretir ve pekiştirir. Her biri kadına yönelen doğrudan bir saldırıdır; onun kişiliğini, iradesini ve toplumsal varlığını hedef alır. Bu nedenle, yalnızca bireysel eylemler olarak değil, kadının toplumsal varlığına yönelik sistematik bir saldırı olarak değerlendirilmelidir.
Kadınla erkeğin toplum içindeki konumlarını anlamadan gerçek bir çözüm üretilemez. Erkekle kadın arasında ezen-ezilen ilişkisi vardır. Toplumsal çelişmelerin partiye yansıması kaçınılmazsa bu çelişkilerin erkek ve kadın militanlar arasındaki ilişkide de ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu olaylar toplumda olduğu biçimiyle bire bir yaşanmayabilir; ancak özgün biçimlerde, çoğunlukla da örtük biçimlerde yaşanabileceğini bilerek hareket etmek gerekir.
Kadına yönelik suçların sadece bireysel ahlaki zaaflarla açıklanamayacağını, toplumsal ilişkilerin ve üretim biçiminin bir sonucu olduğunu anlamak zorundayız. Bu noktada, toplumsal eşitsizlikler içinde ezilen cins olarak kadının kurtuluşu, genel bir kurtuluşun parçası haline gelir. Lenin, gerçek bir kurtuluş olmadığı sürece “Ezenlerle ezilenlerin, sömürenlerle sömürülenlerin eşitliği olmaz, yoktur ve hiçbir zaman olmayacaktır” der. Kadınların nihai kurtuluşu ise özel mülkiyetçiliğin ortadan kaldırılmasına bağlıdır ve bu görev proletaryanın omuzlarındadır. Bu nedenle meseleye proleter bir perspektifle yaklaşmalı, kadının nihai kurtuluşunu örgütleme sorumluluğunu üstlenmeliyiz.
Kadınların mevcut konumlarından biraz daha iyi bir durumda olması, onlar için gerçek bir kurtuluş değildir. Nihai kurtuluş; kadınların eşit ve özgür olduğu, sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzenin inşasıdır. Bu tarihsel görev, yalnızca proletaryanın değil, ezilen tüm sınıfların, komünist partinin ve onun disiplini altındaki tüm kadroların ortak sorumluluğudur.
Bu bağlamda, erkek devrimciler öncelikle erkekliklerinden kaynaklanan ayrıcalıklarından vazgeçmelidir. Bu sürecin zorluğuna rağmen, örgütlerinin değişim süreçlerinde onlara yardımcı olacağından kuşku duymamalıdırlar. Mao yoldaş, ıslah olmayanlar hariç, hata yapanların dışlanmak yerine ikna edilmesi, hatalarının giderilmesi ve değişimlerine yardımcı olunması gerektiğini vurgular. Biz de bu anlayışla hareket ediyoruz.
Kadın sorunu etrafında şekillenen liberal yaklaşımlar, sadece kadınların değil, tüm örgütlü mücadelenin niteliğini belirleyen temel siyasî başlıklardan biridir. Devrimci saflarda sıkça karşımıza çıkan bu eğilim, çoğu zaman doğrudan savunulmasa da davranış kalıplarında, tutum alışkanlıklarında, söylem tercihinde kendini yeniden üretmektedir. Bu nedenle meseleyi sadece bireysel zaaflardan ibaret görmeden, toplumsal bir zemin üzerinden değerlendirmek zorundayız.
Liberalizmin kadın sorunundaki tezahürleri genellikle örtük biçimlerde ortaya çıkar; çünkü kadınlara yönelik toplumsal baskı ve şiddet biçimleri, gündelik yaşamda normalleştirilmiş ve görünmezleştirilmiştir. İşte bu nedenle, bu alandaki liberal yaklaşımlar çoğu zaman fark edilmeden içselleştirilir, hatta kimi zaman örgütlü yapılar içinde dahi meşruiyet bulabilir. Oysa kadın sorununda liberal olmak, devrimci çizgideki bir sapmanın ifadesidir ve diğer tüm başlıklardaki liberal tavırlarla aynı kökene sahiptir.
Patronu çok sevdiği için işçinin hakkının yenmesine göz yuman birini, örgüte karşı işlenen bir suçu gizleyeni, halkın sorunlarını gündemine almayanı nasıl kabul edemezsek kadın sorununda da benzer liberal tavırları kabul edemeyiz. Faili sevdiği için mağdur kadını suçlamak, kadına yönelik şiddet ya da cinsel suçlara sessiz kalmak ya da bizzat bu suçlara ortak olmak; halk içinde kadınların yaşadığı sorunları bir komünist olduğunu unutarak görmezden gelmek… Tüm bunlar, liberalizmin kadın sorunu özelinde aldığı çeşitli biçimlerdir.
Kadın sorunundaki liberalizm özellikle sinsidir; çünkü toplumsal olarak normalleştirilmiş, kanıksanmıştır. Bu durum, sorunun karmaşık görünmesine ve buna karşı ayrıca bir mücadele gerektiği düşüncesine yol açabilir. Oysa ayrı bir mücadeleye değil, proleter bir bakış açısına ihtiyacımız var. Bu bakış açısını benimsediğimizde yıkmaktan ve yeniden inşa etmekten korkmayacağız.
Liberalizmin bir başka biçimi ise kadınların örgütteki niteliklerini “yeterli” görmekle ortaya çıkar. Geçmişe bakıp “önceden bu da yoktu” demekle yetinmek, geleceği inşa etmenin önünü tıkar. Dün yapılamayanların bugün yapılmasıyla övünmek yetinmeciliktir; biz ileriye bakmak, eksikleri tespit edip aşmak zorundayız.
KORKMADAN, YILMADAN!
Sonuç olarak; kadına yönelik onu aşağılayan, onun iradesini çiğneyen tutumların tamamı, biçimi ne olursa olsun, temelde cinsiyet eşitsizliğini üretmeleri bakımından suçtur. Toplumsal dayanaklarıyla birlikte devrimci saflardaki özgünlükleri, bu pratiklerin suç niteliğini ortadan kaldırmaz. Bu suçları, onları doğuran toplumsal ilişkiler bağlamında ele almalıyız.
Bu yazımızda faillerin kimliğinden çok, bu suçları mümkün kılan düşünsel ve örgütsel zeminleri tartışmayı esas aldık. Çünkü asıl sorunun, bu anlayışların kendilerini yeniden üretme imkânı bulmasında yattığını düşünüyoruz. Elbette faillerin dönüşümünü de önemsiyoruz; fakat bu, ancak onların samimi bir yüzleşme ve değişim iradesi göstermeleriyle mümkündür. Aynı çatı altında mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızla birlikte gelişmek, birbirimizi dönüştürmek zorundayız. Bu, devrimci samimiyetin ta kendisidir.
Bu noktada Mao Zedong’un uyarısını hatırlamak yerinde olur:
“Bunları temizlemek ve süpürüp atmak kolay değildir. Bu işin gereğince, yani insanları ikna etmenin güçlüklerine katlanılarak yapılması gerekir. Ancak içtenlikle ve doğru bir şekilde ikna etmeye çalışırsak etkili olabiliriz. Bu ikna süreci içinde yapılacak ilk iş, terini iyice atması için hastaya ‘Sen hastasın!’ diye bağırarak onu tepeden tırnağa sarsmak, sonra da iyileşmesi için ona samimi öğütlerde bulunmaktır.”
Bugün geçmişe göre daha ileri bir yerdeyiz; fakat hayalini kurduğumuz özgürlük dünyasının hâlâ çok gerisindeyiz. Ağzına çalınan bir parmak balla doymayanların, özgürlüğün reformlarla gelmeyeceğini bilenlerin, önündeki taşları tek tek kaldıranların yoldaşlarıyız. Hiçbir şey, içimizdeki özgürlük arzusunu söndüremedi; işte bu yüzden hâlâ buradayız. Hatalarımızla, eksikliklerimizle ve zaaflarımızla uzlaşmayı reddediyoruz. Bu reddiyemiz, tek tek hepimizi, kolektif bütünlüğümüzü ve en nihayetinde toplumu ileriye taşıyacaktır.
Tüm yoldaşlarımızı kendi içlerindeki burjuva kalelere yönelmeye, onları kuşatmaya ve yıkmaya çağırıyoruz.
Bitti…