Soğuk bir yel esti. Yelin sırtına atlanmış bulutların koyu kara tozuna boğuldu gök. Ardı yağmur, çamur, emek… Dağlara sonbahar indir. Dağların ardında süren yaşam kar altına çekilmeye hazırlandı.
Hazırlık gizli, hızlı… Gruplar belirlendi, dağıldı, değişti. Balyoz sallayanlar, mevzi başlarında silah çatanlar, uçurum kıyılarında yük taşıyanlar. 2016 sonbaharı ardı gelmeyen bir yağmurdan indi dağlara açık, soğuk havalar sürdü sürdü… Dalda yapraklar sarardı, yük taşıma işleri bitti. Yakacak odun kesme ve toplama işlerine geçildi. Sararan yapraklar uçuştu, oynaştı, salındı, düştü. Odun işleri sona erdi. İşini bitiremeyen tek tük grup kaldı. İşini bitirmiş olan gruplar operasyon hazırlıklarına göre konumlanmaya geçtiler. İşleri sona yaklaşan gruplar bitti bitiyor diyerek asıldılar, asıldılar işlerine…
Şimdi alçaklara inmiş sisin içinden dökülen kar; toprağa, kayalara, ağaçlara, tekmil doğaya beyaz beyaz çöküyordu. Bir grup gerilla sisin içinde karın altında sessiz sedasız yürüyordu. Sırtlarındaki yamalı çantalarında dünyayı taşıyormuşçasına yorgun bir ifade suratlarında, sade yürüyorlardı. Sanki yürüyen onlar değildi. Arkasına dönüp etrafında bakanlar, bir ses, bir çığlık, yaralı düşmüş, tek kalmış, kurtulmayı başarmış bir ses. Yeter ki gelsin.
Hemen hepsi birden, duraksız bir anda kafalarının içinden çıkıp; sese koşmaya, cevap olmaya hazırdı. Bir umut bir kıpırtı… Gelmiyordu işte! Aliboğazı, Tağar, Aşti Deresi, kuşlar, bezuwarlar, sincaplar, dağlar, taşlar, gerillalar hepsi susmuş; bir ses bekliyordu. Gelmiyordu işte! Bu beklentiyle yürümeye başlamışlardı. Şimdi de devam ediyorlardı aynı beklentiyle.
Aliboğazı niye suskun? Her zerresine adım basmış. Her damlasını yudumlamış, karış karış toprağını adımlamış çocukları nerede, onlar nerede?
“Dağlarının dağlarının ardı
Nazlıdır,
Uçurum kıyısında incecik bir yol…” (Ahmed Arif)
Dağların ardına sığınmış yaşam. Ve dağların ardında, ölüme neden tek sebep insanca yaşam ve insanlaşma çabası… Zerresinden, tümüne, böyle…
Dağların ardında sonbahar; sarp yamaçlara, derin vadilere çekilmek demektir. Zayıflayan arazi, hareket avantajını teknik bakımdan güçlü düşmana vermektedir. Hareket serbestisini yitiren gerilla için hareketsizlik zorunlu oluyor. Belki kitlelerin engin denizine kendimizi kabul ettirdiğimizde bu durum zorunluluk olmaktan çıkacak. Şimdiden konuşmak erken… Şimdilik uçurum gölgeleri mecburi!
Bu mecburiyet sonbaharda gerillayı güçlü arazilere yönlendirir. Her sonbaharda bu böyledir dağlarda. Tıpkı 2016 sonbaharı gibi. Konumlandılar, çalıştılar. Kimi yük taşıdı günlerce, kimi kazma kürek salladı, kimi mevzi başında silah çattı.
İyi ve moralli başlamıştı kendince bu sonbahar. Bozan sırtlarına çıkan düşmanın sonbahara dair ilk adımını darbelediler, vurdular, can aldılar. Geçen sonbahar, bahar kayıpları olmuştu. İntikam eylemi de yapmışlardı yaz faaliyetinde. Belki kendi güçlerine göre sınırlı olmuştu, önceki seneye oranla eylemler. Fakat etkili eylemler olmuştu, 2016 yazında yapılan eylemler. Bunu büyütmek, devam ettirmek görevleriydi. Bu inançla şekillenmiş sonbaharda da vurmuşlardı. Vuracaklardı da…
Bir önceki kış Kürt şehirlerinde yaşananlar. Sadece ve sadece kendi yaşamları hakkında karar vermek isteyen insanlara, Kürtlere yapılanlar. Kendilerinin de nedenleri aynıydı bir yerde.
Kendileri hakkında karar verebilmek. Yaşadıkları ülkede bunun biricik yolu silahlanmak demekti. Bu nedenle silahlanmamışlar mıydı? Kendileri gibi köleleştirilmiş insanları da silahlanmaya çağırmak ve yaşananlara sahip çıkmaları için seslenmiyorlar mıydı? Savaşları bu değil miydi? Düşmanda bu taleplerinden ötürü saldırmıyor muydu? Hem de bütün gücüyle… En ufak bir tahammülü yok, dağlara dair. Sadece dağlara değil en ufak bir hak talebine tahammülü yok! Şimdi sonbahar çalışmaları bundan ötürü böyle arı gibi soluksuz. Bir an önce işlerini bitirip bekledikleri operasyona göre konum almak istiyorlardı. Ki operasyon kesindi. Bozan’da düşmanın darbelenen ilk girişimi bu operasyona dairdi. Ardı gelecekti. Kaldı ki düşman bahardan beri Türkiye Kürdistanı’nda girilecek beş yerden biri olarak gösteriyordu Aliboğazı’nı. Şimdi hazır olmak için hızla çalışmaları bundandı. Gerçi dağların ardında süren yaşamların hepsinde her zaman geçerli bir durum, hazır olma… 2016 sonbaharında olduğu gibi.
Ve sonbaharda nazlı oluyordu dağların ardı. Bir ufak hatayı affetmeyecek kadar. Zayıflayan arazide iz, hareket… Bir parça yaşam belirtisi zaten açık kollayan düşmanın elinde büyük bir koz oluyordu. Ufak bir kuralsızlık kocaman bir bedele dönüşebiliyordu. Ki dağlarda bizim gibi hata yapan insanlar yaşıyor. Ve dağlarda hatalar kolay dönülen sonuçlar doğurmuyor, düşmanın eline geçtiği vakit…
Aliboğazı susmuş dinliyordu. Susmuş yürüyordu gerillalar. Yokuş yukarı tırmandılar. Kayganlaşan taşlarda düşenler oldu. Uçurumlardan geçerken birbirine el uzatanlar. Bir umutla dönüp dönüp gerilere bakanlar. Bir ses, bir çığlık kendilerine ait; yaralanmış, kurtulmayı başarmış bir ses hele duyulsundu. O sese neler verilmezdi. Gelmiyordu işte.
Sis iyiden iyiye doluşuyordu. Kaya yarıklarına, ayrıntılara. Kar öyle beyaz çöktükçe çöküyor. Aliboğazı susmuş. Kalacakları mağara bir ufak leke gibi görünmüştü, varmak üzereydiler. Bu sonbaharda, yazda Dersim’de ne çok gerilla şehit düşmüştü. Çoğu hava saldırısında… Düşman uçaklarla saldırıyordu. Aniden, hızlı, uzaktan uzaktan… Uçak saldırısına maruz kalmış yoldaşlarından, hevallerden dinlemişlerdi. Büyük bir çoğunluğu henüz uçakla tanışmamıştı. Özellikle de bu sonbahar neredeyse haftada bir uçak saldırısı haberleri geliyordu. Çoğunlukla da sonuç alan saldırılar. Aliboğazı’na da geleceği düşünülüyor, konuşuluyordu. Kesindi, teknik bakımdan gerilladan üstün bir yöntem. Fakat hedef bulabilmesi yine de hedef olan gerillaya bağlıydı. Açık vermediğin sürece vuracak bir hedefi olmuyordu.
Önce heronlar dolaşıyor, görüntü alıyor. Ve ardından uçak gelip vuruyordu. 24 Kasım günü de aynısı olmuştu. 3-4 saat dolaşan heron ardından uçaklar… Büyük bir sessizlik! Ardından kobra saldırısı, havan atışları… En son da indirmeler. Dört gün süren operasyon, şehadetler. Şimdi duymayı umdukları ses vurulan noktalardan ya da savunma grubundan birilerine aitti. Oysa gelmiyordu, demek kayıpları çoktu.
Dönüp dönüp gerilere bakmak. Gözlerinde bir amansız çaresizlik “ne olur” diyen. Ardında kalan, gitgide küçülen her taşın arkasından sürekli birisini beklemek. İhtimaller! Her bakışında birilerini görür gibi olmak. En ufak bir çıtırtıya kulak kesilmek. Çokça beklediğin sesleri duyuyor gibi olmak. Ama yok işte, gelmiyorlardı.
Şimdi böyle sessiz sedasız bir çığlıkla yürümek. Ve gitgide varacağın yere yaklaşmak. Keşke bu yürüyüş hiç bitmese, yürüseler yürüseler… Ta ki sesi duyana kadar, taşın ardından biri çıkana değin yürüseler. Dağların ardı nazlıydı işte, bir ufak hatayı affetmeyecek kadar!
Titremişti, susmuştu Aliboğazı dört gün boyunca. Saat üç, üç buçuk arasında vurmuştu uçaklar. Öncesinde üç dört saat heron dolaşmıştı. Uçak vuruşlarından sonra insanlığa dair ne varsa susmuş… Barbarlığa dair ne varsa konuşmuş. Radyolardan ölüm haberleri vermişti düşman ikinci günde. Dördüncü günde üç ölüm haberi daha. Kendisinden ise iki ölü bir yaralı. Demek yoldaşlarımızdan kimileri çatışma şansı bulmuştu. Bu operasyonun bitimini beklemeye bir tokat olmuştu. Düşman bütün tekniğine rağmen karaya inince Aşkın, Bakış ve Hakan’ın mermilerinin hedefi olmuştu.
Operasyonun bittiğinin ertesi günü başka yoldaşlara ulaşma şansları olmuş ve ayrıntıları onlardan dinlemişlerdi. Şimdi bir ses kulak kesilmeleri bundandı, kurtulabilen olabilirdi.
Uçağın vurduğu üç nokta olmuş. Üç noktanın da vurulma nedenleri bildikleri ve duydukları nedenlerdi. Köz ve heron uçuşu altında hareket. Bir noktada düşman sonuç alamamış, yoldaşlar dağılıp mevzilendikleri için. Diğer iki noktada ise yoldaşların hepsi şehit düşmüştü. Düşman kadın yoldaşların olduğu noktayı göze alamadığından -araziden kaynaklı olsa gerek- kadın yoldaşların cenazelerine ulaşamıyor.
Ve bütün kalabalığına şaşasına rağmen, indiği arazide kayıp veriyor. Savunma grubundaki yoldaşlar uçak vuruşlarından değil, çatışarak şehit düşüyor. Aliboğazı’nda Qopo’nun ruhu dolaşmaya devam ediyor ve edecek. Aşkın çokça övündüğü “dede”si Qopo’dan aldığı mirasla sürdürüyor direnişi. Bakış kendisini fahri üyesi saydığı Koçan aşiretinin geçmişteki direnişine layık kalıyor. Hakan, çokça vurmak istediği düşmanla vuruşarak şehit düşüyor. Üçü ve diğerleri insanlık değerlerine sadık kalıyorlar.
Evet ağır bir kayıp. Hataların sonucu, bizim hatalarımızın sonucu. Ders çıkarmak, tek başına kaldığında dahi kurallara uymak. Düşmanı taktik açıdan küçümsememek ve onu tanımak. Dostundan ve düşmanında öğrenmek…
“Dağlarının dağlarının ardı korkunçtur.” (Ahmed Arif)
Bazen ölülerinin üzerine basarak yürümek. Açık gözleri, orta yerde bırakıp, çekilmek. Matem tutmaya vaktin olmaması… Birlikte yaşadığın, geleceğini paylaştığın ve insanlık tarihinin en ileri ilişkilenme biçimi olan yoldaşlıkla ilişkilendiğin insanların ardından durup bir gözyaşı dökememek. Onların anılarını, hafızandan çıkarıp bir bir ayrıntılarla tekrar tekrar hatırlayamamak.
Birazdan kampa varacaklardı. Kendilerini bekleyen bir sürü iş vardı. Kampı düzenleyecek, yerleşecek eğitimlere başlayacaklardı. Günlük görevler, tartışmalar ve bahara kadar hazırlanıp tekrar çıkacaklardı. Yine gideceklerdi yoksulların sofralarına. Unutulmayacaklardı da. İlerleteceklerdi. Yaraları sarıp devam edeceklerdi. Onların işlerini yapıp onlar gibi yaşayacaklardı. Hem şimdi “ölü mü denirdi onlara.” Hayır. İşte bütün saldırılara rağmen yine Aliboğazı’nda gerillalar kampa yürüyorlar. Çoğalmaya, yayılmaya, yıkmaya ve kurmaya hazırlanacaklar. Ve biliyorlardı birçok dağın ardında, şehirlerde; kendileri gibi olan insanlar vardı.
Ve 24 Kasım günü, 27 Kasım günü düşenler tek kelime ile onlardan ve sizdendiler. Munzur’la Cem öğlene doğru depo kapatmaktan dönmüş. Aşkın toplantı için Bozan’dan inip geri çıkmış. Ekin, Zilan, Özlem kış boyunca göremeyecekleri yoldaşlarıyla vedalaşmak için hareketlenmiş, yetişemeyince noktalarına dönüp akşam yemeklerini yapmışlar. Ahmet bir gün sonra Tuncay’la birlikte savunma grubuna dahil olacaktı. Ferdi mutfakçı Orhan da yardım için odun toplamıştı. Bakış’la Hakan iki gün önce av yapmışlar ve kış için kavurmaya çevrilmişti avları…
Anlatılan bir masal değil. Hani akşam uykularından önce, uzun kış gecelerinin soba sıcağı sessizliğinde. Doğa üstü güçleri olan iyi yürekli kahramanlar, kötü ruhlu cinler yok. Evvelden kalma bir eski zaman rivayeti değil; onların hikayesi…
Gerçek! Kendi halinde olmaya hiç niyeti olmayan bir gerçek! Dağların kuytuluklarına sığınmış. Büyümeye, yayılmaya, ulaşmaya, çalışan… Çoğunuzun bihaber olduğu, yoksulluğunuzun kurtuluş gerçeği.
Onların hikayesi, sizlere benzeyen insanların hikayesi! Sizdendiler, sizin gibiydiler!
Belki duymuşsunuzdur, manşetten veyahut bir son dakika uyarısı ardından. İçlerinde tanıdıklarınız vardır. Kim bilir belki de adlarını, sonlarını hiç duymamışsınızdır. Terörist diyordur kiminiz yoldaş diyeniniz de vardır. Dost görenler de düşman belleyenler de vardır aranızda.
Bunu en iyi siz bilirsiniz. Bildiğim bir şey varsa onlar sizdendi, sizin gibilerdi… Kuytuluklara sığınmadan, yükseltilere yuva kurup karanlıkta uçmadan… Yoksulluğa yeter deyip silah kuşanmadan evvel…
***
Şafakla kalkıp yola düşeni vardı. Kara kuru çocuk bir işçi. 14-15 yaşlarında. Tokat’tan göçüp İstanbul’u yurt edinme. Esmer, kısa, kara kuru bir çocuk işçi. Elleri nasırlı. Elleri evvelden büyümüş. Tokat’ta dedesi ile ormana gidermiş, kaçak. Koca koca ağaçları devirir, vurdukları kuyularda yakarlarmış. Kömür yapıp satarlarmış. İstanbul yurt olunca, çalışmış emeğini satarak. Aile bütçesine katkı. Sokağınızın gençlerinden, yüzünde daha tüy bitmemiş Bakış 2012 yazında dağlara çıktı.
Biri okulun yollunu tutardı erkenden. Lisede eyleme dökülen düşüncelerinden ötürü okuldan atılmış. Karnesi zayıfla dolu, internetten epeyce anlayan. Sessiz, kabuğunda gelip geçerdi sokağınızdan. Sen sormasan o konuşmaz, konuşsa ağzından bir kelime ya çıkar ya çıkmazdı Cemo’dan. Dağlarda değişti bu durum biraz ama. O yine de sessiz sırasındaydı her zaman. Hayli gençti dağlara çekildiği zaman, 2010 yılında. Abisinin Tunceli valiliğine yönelik eylemde devrime dökülen kanını abisinin cenazesinde annesinin ölümünü her ikisinin de katilinin devlet olduğunu dağlarda duydu. Gerçi hoş, DHKP/C gerillası olan abisiyle bir köy evinde görüşmüştü de bir TİKKO gerillası olarak.
İstanbul’un hayli bol küçük işletmelerinin birinde işçi olanı da vardı, çoğumuz gibi. Orta yaşlıydı Munzur, bir pazarcı aileden. Kendisinin pek hatırlamadığı bir dönemde göçmüş ailesi İstanbul’a. Babası ile pazara çıkmış. Dürüst, çalışkan bir işçi. Dağlara çıkmadan önce, kendi yöntemince hakkını bırakmamış yıllardır kendini sömürenlerde. Bir bankadan kredi çekip vermiş örgüte. Sonrada eyvallah deyip atmıştı kendini dağların koynuna 2012 yılında…
Tekel bayi işletmiş biri… Göbekli, şirin, yufka yürekli amcalarımızdan. Yetim büyümüş, Dersim’de köyünden sürülmüş. İstanbul’a yerleşmiş, kendinden önce ablası adanmış halkına, Aşkın’ın.
Birinin elleri topraktan ayrılmamış, köylü, genç kadın Zilan’ın. Okumaya gitmiş, il merkezine. Dersim’deki yurt işgaline katılmıştı…
Dünyasını dört duvar arası bilen de vardı. Oysa hayli erken tanışmış gerillayla, onlarla büyümüştü. Yine de çok geç kalmamıştı, yıkmıştı duvarları daha erken Özlem…
Aydın’a üniversite okumaya gitmiş Ekin. Oyalamıştı onu bir arkadaşı, kendi kaygılarına ortak edip, dağa iki yıl geç çıkmasına neden olmuştu. İstanbul barlarında garsonluk yapmış olanı da vardı, Orhan…
Elazığ’ın göç mahallerinden birinin kabadayısı, çalışmak bilmez, ayık gezmez bir zamanlar. Korku salar etrafına, korur fakiri kendi bildiği yordamca Hakan…
Ana kuzusu olan da vardı Ferdi. Dersim’in esrar içen çocuklarından biri de Tuncay…
Biri göçmen çocuğudur. Fransa’da büyümüş. Ülke hasreti çekmiş. Altı yaşında ilk vurmuş sazın teline daha da bırakmamış mızrabı. Türkülerini dinlemişsinizdir belki de Ahmet’in.
Dedim ya sizin gibilerdi, sizdendiler… Kuytuluklara sığınıp ufak bir ateşe yangın olmadan… Bir yerde yolları ayrıldı. Aslında bir ayrılık değil, onların ki. Limansız kalabalığımıza daha güçlü ve daha gerçek, insanca dokunmak üzere bir zorunluluk. Farkında ya da farkında olmadan onlar bu zorunluluğun gereğini yerine getirdiler. Terli kalabalığımızdan ayrılıp daha fazla yakınlaşmak, açlığımızı daha yoğun duymak üzere… Koyu kuytu ormanların, göğe yakın kayalıkların, uçurum boyu ince kıvrım patikaların arasında bir yaşama katıldılar.
Ağız dolusu gülerdi Tuncay, kahkahası tiz, bir çığlık olur çarpardı etrafa. Hıçkıra hıçkıra ağladığı olmuştur Aşkın’ın. Kimi epey konuşmasını severdi, Orhan’ı susturmak zor olurdu çoğu… Çok fazla konuşmazdı Cemo ama sessiz adam yanlış bilip gördüğü bir olaya, söz söyleme müdahale etmeden durmazdı.
Alınır küserlerdi bazen… Orhan kendince konuşmaz tavır alırdı. Gönlünü almak bir bardak suyu içmek kadar kolay… Temiz bir yürek, kin tutar mı Orhan, yoldaşlarına dostuna… Hakan sessiz suskun… bir zamanlar etrafına korku salan bu mütevazi insan mı derdiniz. Kolunda jilet yarıklarını kendi kendine mi yapmış inanmak zor olurdu.
Duygularıyla yaşardı Aşkın. Pop dinlerdi Ferdi. Kendinden önce gidenlere sözler yazar Ahmet’te bestelerdi. Zilan’ın sesini katarlardı şarkılarına, şakacıydı Zilan, bir o kadar saf ağzına geleni söylerdi. Açık söz, sözünü esirgemeyenlerden. Çokça pot kırdığı görülmüştür ortamlarda. Uykucuydu ferdi çok uyumuştur nöbette…
Munzur söylenirdi bazen. Çocuklarının dağınıklığından bıkmış, her gün dağınıklığı toplamaktan vazgeçmeyen bir anne gibi. Munzur’un da ne dağınıklığı toplamaktan ne de söylenmekten alamazdı kendini. Son zamanlarda boynu haylice ağrıyordu.
Ekin’in sessiz bir yapısı vardı. Kalabalıkta uslu görünen yaramaz çocukları andırıyordu. Özlem’in kendine has deyimleri vardı, skeçlerde oynar bolca sigara içerdi…
Yüzünde tüy bitmemiş Bakış, çok isterdi esmer yüzünde sakalı. Genç yaşına inat, büyük insan gibi davranan çocuklara benzerdi bazı ortamlarda. Kendinden bahsedilince doğallığını koruyamazdı. Kimi zaman, hareketlerinde bir kasılma görürdünüz. Bunu öyle safça yapardı ki fark etmemek imkânsız. O kadar şirin görünürdü ki insan kendini tutamaz, yanaklarını sıkası gelirdi.
Ahmet’in kendinden bahsettiğini çok duymadım. İlk günlerinde Fransa’da büyümesi kullandığı cümleleri anlamsız kılıyordu. Gerçi sonradan iyice alıştı Dersim köylülerinin dilinden konuşmaya. Hoş son günlerine kadar, yurt dışında yaşamış olmasından mı bilmem ama bazı davranışlarımızı tuhaf bulduğu olurdu. Bunu yadırgadığını hiç görmedim fakat, komşusu açken tok yatmayı kabullenemeyenlerinize benzerdi. Yardıma ihtiyacı olanın yanında olurdu, çok zaman…
Hamarattı Bakış. On parmağında on marifet. Pratik birçok işi kolayca kıvırıverirdi. Bazen özenli bazen özensiz. Ferdi bir o kadar hayatında işe başlamamış.
Aşkın’ın yaşının büyüklüğüne sığınıp çokça işten kaçan pratikleri olmuştur. Son zamanlarda bu hareketi iyice deşifre olduğundan, girişimleri çokça başarısız oluyordu.
Temiz çalışırdı Cem. İnsanda gizli bir hayranlık, sıcaklık uyandırırdı bu genç adama. Bir çift cam parçasının ardından bakardı dünyaya, iri gözleri; parlak, kahverengi…
Teorik gelişimi fazlacaydı. Umut’du gelecek günler için. İyiden iyiye ısınmıştı son zamanlarda kavgaya. Çokça emeği olmuştur gerilla örgütüne de düşmanı rahatsız eden inciten eylemlere de… Bir çift cam parçası da Ahmet’in gözlerin de. Karanlıkta sıfıra yakın görebiliyordu. Yine de bir gün şikayetlendiğini, vazgeçmeyi düşündüğü görülmemiştir. İnançlıydı zafere. Zorlukları, hataları kolayca anlamlandırabiliyordu.
Tuncay’ın zorlandığı olmuştur fakat kendi gibi insanların arasında kalmayı ve hataların düzeltilebilir olduğunu görmüştür. Kocaman elleriyle tutunmuştur yaşama. Balık tutmayı, ara sıra tek kalmayı, çalışmayı epeyce severdi. Oğlumuz diyen yoldaşlar vardı kendisine, sadece onların mı, halkın oğlu, çocuğuydu Tuncay tıpkı diğerleri gibi…
Baharda Sinan ve Rıza’nın şehit düştüğü çatışmada, takındığı soğuk davranışla örnek gösteriliyordu Özlem. Yara da almıştı o çatışmada. Sonbaharda Zilan’la yaptıkları reçeli görseniz, reçel demeye bin şahit…
Bakış boyundan uzun silah taşırdı, Kanas. Karayılan der boynuna asardı. Ferdi ince, uzundu. İlk günlerinde Sinan’ın annelik yaptığı söylenirdi nerdeyse. Gençliği ve yeniliği ile alışıyordu, giderek. Müzik çalışmalarında yer almaktan hoşlanırdı. Kendisinden önce iyice oturmuş bir müzik çalışması vardı. Çoğu Ahmet’in emeği çabası… Birçok müzik aletinden anlardı Ahmet. Eline alması yetiyor, bize şaşırmak düşüyordu sade. Orhan’a ise ısrarla eşlik etmek. Orhan bir gün mutlaka müzik grubunda olacağını söylerdi. Ya çok isterdi ya da sade müziğin konu olduğu ortamlarda aklına gelirdi bu düşünce. Şakacıydı Orhan. Kıvırcık saçlı, uzun boylu. Halk sevgisi dolu temiz bir yürek. Halk kültüründen epeyce etkilendiği söylenebilirdi. Şiir yazardı ara sıra, genelde eleştiri tarzında… Epey emeği olmuştur Orhan’ın, alın teri çokça damlamıştır Dersim dağlarına.
Aslında bir ayırma kopma durumu değil kalabalıktan. Unutulan ter kokusunu hatırlatmak onu daha güçlü solumak üzere bir zorunluluk. Öyle ya da böyle bu zorunluluğu es geçmediler. Nasırlı kalabalığınızdan ayrılıp daha gerçek yakınlaşmak, daha güçlü dokunmak üzere… Dik yamaçlarda, mağara karanlığında, güneş aydınlığında, nehir tadında bir yaşama katıldılar.
Bugün birçoğumuz şahit olduk, gerçeklerden yana olmanın bedeline… Cizre, Sur, Nusaybin, Gever… İnsanın sadece ve sadece kendi yaşamı hakkında karar vermek istemesi. Oysa hani ne “demokrattı burjuvazimiz.” İsteyen mecliste kendi siyasetini yapabilir, okuyarak, kalem tutarak yanlışlıkları düzeltebilirdi.
Hani bugün yoksulluğumuz biraz daha azalıyordu. Ülkemiz güneşli bir gül bahçesine dönüşüyordu. Soma’da kimin kanı göl oldu, göçük altında. Şimdi mahkeme kapılarında kim sorar ailelerini. Her baharda ölüme yolculuk eden mevsimlik hayat sahipleri. Çokça trafik kazasında, sıcağın alnında ölenler kim. Suriyeli mültecileri sömüren, sınırda katleden, tecavüz eden kim? (Bu yazı 2016-2017 kışında yazıldı fakat imkanlardan kaynaklı ancak 2019 yılında sizlerle buluşuyor. Bu yazıyı şimdi yani 2018-2019 kışında bir daha elden geçirirken yukarıdaki iki paragrafta söylenenlerden kat kat fazlasına şahit olduk)
Kimi 94’te köyünden sürülmüş. Kiminin toprağında altın aramak isteyenler var. Kadın olanı, güvencesiz olanı var. Alevi, Kürt, öğrenci olan da göçmen olan da vardı… Onlar da sordular bu soruları, belki benzerlerini. Anladılar bu devletin kendi devletleri olmadığını. Sığındılar yücelere, yoksulluğun ordusunu büyütmek için… Başka türlü olmazdı zaten.
Zordur dağlarda yaşamak. Ömrünün bir kısmını “düşün uzay çağında bir ayağımız” rahatlığında yaşamışken. Ömrün kalanını mekapla dağ taş dolaşmak. Dünyamız ışığa boğulmuşken, uçsuz bucaksız karanlıklara bir yıldızı fener kılıp dalmak. Ulaşmak istediğine cebindeki telefon kadar yakınken, günlerce habersiz kalmak, uzay çağında. Bazen bir sese, suya hasret kalmak. Ölüme her an hazır olmak ve ölüm yakamı parçalayan mermi kadar yakın bazen boğazına… Ve daha bir sürü bir sürü çoğaltılabilir. Ama işte sadece zor. Kaldı ki siz, yoksullar için yaşamın zor olmadığın bir yer gösterebilir misiniz? Ben gösteremem…
Zor olduğu kadar güzeldir dağlarda yaşamak. Tırnak içinde konfor yeri göğü sarmışken, birçoğumuzun sığınağı olmuşken dört duvar arası, duvarsız yaşamak. Tavanı gökyüzü, tabanı yeryüzü, duvarsız.
Renklerin içinde, buram buram yaşamak mevsimlerle. Nehirlerde yıkanmak, dağlar aşmak, ormanlarda göz açmak. İnsana dahi yaşam hakkı tanımayan sistem içerisinden çıkıp, insandan başka canlıların olduğunu bilmek, onlarla yaşamak. Kendi hatalarını, yetmezliklerini, eksikliklerini, zaaflarını bilmek, bunların nedenlerini görmek. Ve en güzeli birlikte yaşadığın insanların da senin bu hallerini bilmesi… Değişmek, değiştirmek için çabalamak. Bunların bir nefret bir uzaklaşma nedeni olmaması…
İnsanın yaşamak, insan olmaya çalışarak yoldaş tadında yaşamak. Ve asla nedensiz değil dağlarda yaşamak! Onların hikayesi sizin hikayeniz, inanın!
Kalacakların mağaranın önüne vardılar. Mağaranın ufak deliğinden bir bir içeri girmeye başladılar. Sis koyulaşmış, kar yağışı yoğunlaşmıştır. Bir ses gelmedi, birileri kayanın ardından çıkmadı. Belki de gelmeyeceklerdi, kesine yakın… Biliyorlardı seneye, sonraki senelerde Bakışlar, Ekinler, Cemler, Özlemler, nice nice gelecektir. Onların bir yerlerde yine sabah erken kalkıp yollara düştüklerini biliyorlardı, kesin. Yeter ki seslerini onlara, onlar gibi olanlara duyurabilsindiler…
Bu bizim gibi insanların işiydi. Bizi bizden başkası kurtaramazdı. Biz küçük insanlar bu sis kalkacak, bulutlar geçecek ve karanlık çöktükçe yıldızlar parlamaya devam edecekti…
Karanlık çöker de
Güneş yiter.
Güneşi yener de karanlık,
Şu küçücük yıldızlara yenilir!
Ne vakit karanlık biter,
Aydınlık çöker.
O vakit;
Yiter gökte yıldızlar!
(Dersim’den Bir TİKKO gerillası)
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 31 Ekim 2019 tarihli 47. ve 14 Kasım 2019 tarihli 48. sayısından alınmıştır.