Uzun zamandır köylülerin çeşitli eylemlerine tanıklık ediyoruz. Ülke gündeminin önemli başlıklarından biri, köylülerin yaşam alanlarını -yani topraklarını, ormanlarını, derelerini, vadilerini-korumak için köy meydanlarından ormanlara, derelerden sokaklara kadar farklı alanlarda harekete geçmesidir. Bu direnişler genelde çevre mücadelesi biçiminde ortaya çıkıyor ve köylülerin öfkesiyle biçimleniyor. Bugün köylüleri, yaşam alanlarını savunmaya iten temel nedenin ne olduğuna ve onları topraklarından eden ya da edecek olan, sıkça“kâr hırsı diye anılan olgunun gerçekte neye karşılık geldiğine bakmak gerekiyor.
Bizimki gibi yarı feodal ve yarı sömürge ülkelerde çevre hareketinin asıl itici gücü küçük köylülüktür. Toprak sorununun çözülemediği her yerde, çevreye saldırı içeren her politika köylülerin yaşam alanlarına yönelik doğrudan bir saldırı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Oysa çevre hareketi, çağımızın son döneminde giderek artan ve bunun da “canlı yaşamını ciddi derecede etkilediği” propagandasıyla zihinlere yerleştirilen doğa kirliliği ve çevre tahribatına karşı genelde şehirli ara sınıfların bilincinde şekillenmiştir. Ancak bizimki gibi ülkelerde, çevre tahribatının çok daha ağır ve acımasız boyutlarda gerçekleşmesi ve faşist yönetimlerin keyfi uygulamaları nedeniyle bu hareket köylülerin omuzlarında yükselmektedir. Çevre mücadelesinin talepleri, köylülerin inatçı direnişi sayesinde dile getirilmektedir.
Köylüleri bu rolü üstlenmeye iten temel etken, karşı çıktıkları tehditlerin doğrudan kendi yaşam alanlarına yönelmesidir. Bir başka deyişle, çevre mücadelesi köylülerin çıkarlarıyla ve talepleriyle uyumludur. Burada “yaşam alanı” denilen şey, yoksul köylülüğü var eden her unsuru kapsar: ya topraksız köylünün toprak talebidir, ya sahip olduğu küçük toprak parçasıdır; ya hayvanlarını otlattığı meralar ya da geçim sağladığı ormanlar, derelerdir. Kısacası, geçimini sürdürdüğü her şeydir. Bu nedenle topraksız ya da küçük toprak sahibi köylüler hareketin en önünde, en öfkeli ve en inatçı unsurları olarak karşımıza çıkar. Ormanların, meraların, vadilerin madenlere, santrallere ya da barajlara açılması; yani sermayenin (asıl kaynağını yabancı sermayenin oluşturduğu komprador sermaye) insafına bırakılması, bir başka ifadeyle peşkeş çekilmesi her şeyden önce bu kesimleri vurur. Ya muhtaç oldukları toprakları tehdit altına girer ya da hayvanlarını otlattıkları meraları ve bir bütün olarak geçimlik üretimleri tehlikeye düşer.
Tam da bu noktada, bu sorunu toprak sorunundan bağımsız düşünemeyeceğimizi açıkça söyleyebiliriz. En kaba haliyle köylülüğün durumunun içler acısı olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir. Ya artan maliyetler nedeniyle üretim yapamaz hale gelmekte ya borçlanmalar yüzünden elindekileri kaybetmekte ya da acil kamulaştırma ve son günlerde tartışılan“talan yasası” gibi hukukî düzenlemelerle mülksüzleştirilmektedir.
Bu aşamadaki tüm ekonomi politikaları köylünün sırtındaki yükü büyütmekle kalmayıp onu mülksüz yığınlar arasına mahkûm etmektedir.
Bu ülkelerde “toprağa saldırı” esas olarak, kapitalist dinamiklerin gelişimine paralel bir mülksüzleştirmeyle, toprağın giderek sermayeye dönüşmesiyle gerçekleşmemektedir. Çünkü Türkiye kapitalizminin kaynağı yabancı sermayedir ve toprak sahiplerinin ve ulusal burjuvazinin kapitalist dönüşümü getiren gücünden yoksundur. Emperyalizmle kurulan bağımlılık ilişkisi yalnızca Türkiye burjuvazisinin hayallerini çalmakla kalmadı; köylülüğü de bitmek bilmez bir çileye mahkûm etti. Bu, Türkiye’nin kronik sorunudur. Üretim yapamaz hale getirilen, giderek borç batağına saplanan ve bir zamanlar zorbalıkla ya da büyük toprak sahiplerinin ve sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkarılan hukukî düzenlemelerle mülksüzleştirilen köylüler, bugün hâlâ temel sorun olarak karşımızda duruyor.
Köylülerin yaşam alanlarını savunması diye ifade edilen şey, aslında topraksız ya da küçük toprak sahibi köylülerin yaşadıkları, tasarruflarında bulundurdukları arazilerin büyük toprak sahiplerinin insafına bırakılmasına ya da sermayeye peşkeş çekilmesine karşı verdikleri bir itirazdan başka bir şey değildir. Daha doğru bir ifadeyle, çevre hareketi biçiminde ortaya çıkan bu direnişin özü bir köylü hareketidir.
Ellerinden alınan şey onların geçimlik üretimidir. Üstelik bu uygulamalar tam bir hukukî zorbalıkla hayata geçirilmekte; maden ya da enerji şirketlerinin çıkarları, Meclis’in desteği ve devletin baskısıyla korunmaktadır. Üretimin bu niteliği yani geçimlik üretim tam da toprak mülkiyeti ile ilişkili.
Köylülerin topraklarının ellerinden alınması ya da topraksız köylülerin tutunacak bir yerinin kalmaması onları proleterleştirmiyor. Böyle bir olgu, yani Türkiye kapitalizminin böyle bir dinamiği yok. Evet doğrudur küçük bir kısmı ilgili alanı yağmalayan şirketin bünyesinde işçi olarak konumlanıyor, bir kısmı da şehre göç ediyor. Ama kapitalizmin bağımlı karakteri tüm bu yaşananları bir kambura dönüştürerek olguya sorunsal bir nitelik kazandırıyor. Geriye yağmalanmış yaşam alanları ve mülksüzleştirilmiş yığınlar kalıyor!
Mülksüzleşme, kapitalizmin dinamiklerinin ya da toprağın geçimlik üretimin o dar tutucu ufkunu aşıp sermayeye dönüşmesiyle sonuçlanmamaktadır; ya büyük toprak sahiplerinin daha geniş arazileri gasbetmesinin koşullarını hazırlayan yasal düzenlemeler ya da ilgili alanları emperyalist şirketlerin insafına terk edilmesi sonucunda yaşanmaktadır. Bu sorun Türkiye kapitalizminin kaderidir.
Sorunu tam da bu bağlamda emperyalizmle kurulan ilişki temelinde ele almak gerekiyor. Sadece AKP dönemi değil, önceki iktidarlar da ekonomi politikalarında emperyalistlerin beklentilerini karşılayan adımlar atmaktan hiçbir zaman çekinmemiştir. Bugün kamuoyunda“talan yasası”olarak adlandırılan yasa tasarısı da açıkça zeytinlikleri, meraları adeta yangından mal kaçırır gibi maden ve enerji alanında faaliyet gösteren emperyalist tekellerin insafına bırakmaktadır. Hiç kuşku yok ki bu yasa doğrudan yoksul köylüyü hedef almakta, onların topraklarına ve ortak alanlarına göz dikmektedir.
Küçük köylülüğün üretim yapamaz hale gelmesi emperyalist tekellerin çıkarlarını öncelemekle, büyük toprak sahiplerini kollamakla ilgilidir. Geçimlik üretim, küçük köylülüğün varlık zeminidir. Yasal düzenlemelerin büyük toprak sahiplerinin değil de yoksul köylünün öfkesini çekmesi de bundandır: Birincinin çıkarları korunurken ikincisine insafsızca saldırılmaktadır. Haliyle saldırılardan en çok etkilenen de onlardır. Ki çevre hareketi onların yaşam alanlarını savunusuyla karşılık bulmaktadır. Hatırlanmalıdır, köylü mücadelesi geçmiş dönemlerde Engels’in de işaret ettiği üzere din kisvesi altında yükseliyor, geniş çaplı ayaklanmalara dönüşüyordu. Bugün için yeni bir kimlik kazanması onun özünü değiştirmez aksine sorunun yeni bir biçim altında çözülmek üzere kendini dayattığını işaret eder.
Konuyu toparlayacak olursak, çevre hareketini köylülerin temel taleplerini göz ardı ederek tartışamayız. Toprak sorununun köylülüğün gündeminden çıktığı iddiaları tam da köylülerin itici gücü olduğu çevre mücadelesi karşısında anlamını yitirmektedir. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, bugün çevre hareketi özde bir köylü hareketidir. Bu hareketin çevreye ilişkin talepleri, köylülerin müksüzleşmesine ve topraksız köylülerin toprak talebine doğrudan bağlıdır.
Öte yandan, emperyalist tekellerin çıkarlarını önceleyen ekonomi politikalar ve hukukî düzenlemeler, mülksüzleşme olgusunu Türkiye kapitalizminin kronik bir sorunu olarak büyütmekte, toprak sorununu çözmek bir yana daha da derinleştirmektedir.
“Yaşam Alanlarımızı Savunuyoruz” sloganıyla ülkenin dört bir yanında ortaya çıkan eylemliliklerin çevreci karakteri, köylülerin toprak talebiyle buluşmalı; geçimlik üretimlerini ve bir bütün olarak yaşam alanlarını yağmalayan emperyalist tekelleri doğrudan hedef alarak yaygınlaşmalıdır.