“Filozoflar şimdiye kadar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, oysa aslolan dünyayı değiştirmektir.” (Marks)
Sene başında belirlenen asgari ücretin ve ona bağlı olarak diğer ücretlerin enflasyon karşısında hızla erimesiyle birlikte ara zam tartışmaları da başlamıştı. Temmuzda geçerli olmak üzere asgari ücrete ve memur maaşlarına yapılan zam oranları belli oldu. Buna göre asgari ücret 5.500 TL, en düşük emekli maaşı 3.500 TL ve memur maaşı ise 7.500 TL oldu. Açıklanan zam oranları beklentileri karşılamaktan uzaktı. Yoksulluk sınırının 20.818, açlık sınırının 6.319 TL olarak açıklandığı koşullarda ücretlerin genel durumu, ücretlilerin çoğunluğunun açlık sınırında ve hatta onun da altında yaşadığını gösteriyor. Biz her ne kadar aradaki çelişkiyi göstermek için kullansak da genellikle Türk-İş’in açıkladığı açlık ve yoksulluk sınırı verilerinin açlık ve yoksulluğu bilgi nesnesi haline getirerek geniş emekçileri açlığa razı etmeye hizmet ettiğini belirtelim. Ne var ki günümüz kriz ve enflasyon şartları, rakamların manipülasyon etkisini dahi boşa düşürmeye yetiyor. Bir ailede birkaç kişi çalışmadan geçinilemeyeceğini, sefaletin diz boyu olduğunu herkes biliyor.
Marks, kapitalizmin en iyi kriz dönemlerinde görünür olduğunu belirtmişti. Bir yanda sermaye sahipleri, diğer yanda ise emeğinden (iş gücünden) başka satacak bir şeyi olmayan geniş işçi kitleleri… Burjuvazi ve proletaryadan oluşan iki sınıf ve bu sınıflara dayalı sınıf mücadelesi gerçeği kapitalist-emperyalist sistemin apaçık gerçeğini oluşturuyor. Diğer her şey bu çelişki ve mücadeleye göre konum alıyor ya da belirleniyor. Mümkün mertebe adı en az anılan ve öyle bir sorun yokmuşçasına davranılan sınıf konumu ve sınıf çelişkileri, toplumsal ve bireysel tüm sorunların gerçek temelini oluşturuyor. Hâkim sınıflar cephesindeki siyasi tartışmalar, sorunun özüne dokunmaksızın tümüyle üstyapıya, yönetenin ve yönetim biçiminin değişimine indirgenirken geniş kitleler ise ya bu hâkim sınıf kamplaşmalarına ya da sınıfsal özünden koparılmış toplumsal kimlik belirlenimlerine göre şekillendiriliyor. Fakat artık ekonomik temel ve bu temelin ilk güçlü gerçeği, sınıf ve sınıf sömürüsü olgusu kendini daha açık gösteriyor.
Yılın ilk aylarındaki işçi eylemlerinin ardından yaz ortasında yeni işçi eylemlerinin açığa çıkabileceğini tartışıyorduk. Enflasyonun, alım gücündeki erimenin asıl etkisi kendini şimdi gösterdiği gibi asgari ücrete ara zam tartışmaları belli bir beklentiyi ortaya çıkarıyordu. Diğer yandan genel ekonomik durumu idare etme politikaları yavaş yavaş tıkanmaya gidiyordu. Hâkim sınıflar arasında artan ekonomik model ve müdahale tartışmaları bu gerçeğin bir ifadesiyken özellikle sanayi sektöründe, parça parça çoğalan işçi eylemleri, kriz girdabının patronlar nezdindeki yansıması oldu. Enflasyona rağmen sömürü oranındaki yükselişe ama daha çok da ranta dayanan kâr artışına dayalı gelişme gösteren sektörlerde durgunluk görülmeye başladı. Genellikle ihracatçı ve yabancı şirket bağlantısı olan bu görece büyük işletmelerde, işçilerde asgari ücretin geriletici etkisi çok belirgin oldu. Düne kadar asgari ücretin, en azından iki katı ücret alan bu fabrikalardaki işçiler, asgari ücretin bir tık üstü ücretlere geriledi. Dahası küçülme gibi bahanelerle işçi çıkarmalar başladı. Patronlar hemen her fabrikada işçilerin ek zam taleplerini, sendikalaşma yönelimlerini ya da yeni toplu sözleşme isteklerini işten atma saldırısıyla karşılıyor. Sendikanın örgütlü olduğu bir fabrikada ise normal şartlarda işten atma yerine ara çözümler üretilen süreçler yaşanmakta, hatta işçilerin en basit talepleri bile patronlar için işten çıkarma bahanesine dönüşmektedir. Çünkü artık fabrikalarda kriz politikaları esas hale gelmekte ve patronlar hükümet/sendika bürokrasisi desteğine güvenerek gözlerini karartabilmektedir.
Bu süreç patronlar ve hükümet kadar sendika bürokrasileri bakımından da kriz politikalarına göre şekillenmekte ve gerçekleri açığa çıkarmaya hizmet etmektedir. Siyasi devlet gücünün ve sendika bürokrasisinin, sermayenin bir uzantısı olarak hareket ettiği daha belirgin bir hâl almaktadır. Asgari ücrete yapılan ara zamda da görüldüğü gibi normalde “Asgari Ücret Tespit Komisyonu” tarafından yürütülmesi gereken süreç doğrudan Tayyip Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak söze (her ne kadar o sözleri düşünen ve belirleyen tabi olduğu egemen sınıflar olsa da) indirgendi. Kuşkusuz arka planda patronlar, hükümet ve Türk-İş bürokratları anlaşmıştı. Asgari ücrete ara zam gerçekleşmeden önce de sendikalı/toplu sözleşmeli fabrikaların önemli bir bölümü yan desteklerle (sosyal haklar vb.) bile 5.500-6.500 TL bandında ücretlerle çalışmaktaydı. Eğer asgari ücret, ilk tartışıldığı gibi 6.000 TL bandına çıkarılmış olsaydı, bunun en hareketlendirici etkisi bu civarda ücret alan işçilere olacaktı. Çünkü sendikalı/toplu sözleşmeli bir fabrika işçisi olmanın ya da görece büyük fabrika işçisi olmanın gerektirdiği belli nitelikler ve ortaya çıkardığı beklentiler vardır. Eğer bu işçiler tüm nitelikleri ve beklentilerine rağmen asgari ücret düzeyinde ya da onun da altında sözleşmelerle çalıştırılırlarsa işin rengi değişmeye başlar. Asgari ücret ara zammı düşük tutulmasaydı özellikle sendikalı/toplu sözleşmeli fabrika işçilerini kapsayan bir talep ve hareketin olasılığı güçlenecekti. Şu an ise sarı sendikalar, toplu sözleşmelerde elde ettikleri rakamları asgari ücretin altında kalmadığı için krizi, patronları ve hükümeti bahane ederek ek zam ya da yeni sözleşme taleplerini bastırabiliyorlar. Bu bakımdan 5.500 TL asgari ücretin sadece patronlar ve hükümetin değil en az onun kadar sendika bürokrasisinin de işine geldiği tartışmasızdır. Neticede Türk-İş gibi konfederasyonlar hem bu yolla hem de topu Tayyip Erdoğan’a atarak kendi konumları için en çıkar yolu benimsemiş oldular. Fakat şimdilik…
Bugün sarı sendikalar patronların “özürcüleri” ve “iyi niyet elçileri” haline gelmiş durumdadır. Patronlar adına ekonomik hesaplamalar yapmakta, asgari ücretin patrona maliyetini öne çıkarmakta, küçülmenin, işçi çıkarmanın kaçınılmazlığını açıklamakta ve işçileri bu durumu kabullenmeye zorlamaktadır. Kamu sektöründen özele kadar tüm sarı sendikalar bu durumdadır. CHP’li belediyelerin ekonomik durumunu gözeten sözde solcu, hatta devrimci sendikalar da açıktan patronun sözcülüğünü yapan sendikalar da özünde aynı iş birlikçi rolü oynamaktadır. İşçi sınıfı ise çalışılan fabrika ister sendikalı isterse sendikasız olsun ek zam veya yeni toplu sözleşme talebiyle hareketlenmeye başlamakta, bunun için iş durdurma ve fabrikayı terk etmeme gibi daha etkili yöntemlere başvurmaktadır. Yakın zamanda konu ettiğimiz Ağaç AŞ, Smart Solar gibi örneklere bugün TPI Composite işçilerinin direnişi eklenmektedir. Asen Alüminyum, Acarsoy Tekstil, Atışkan Alçı, Lezita, Lila Kâğıt gibi sendikalı direnişler de göstermektedir ki kölelik dayatmasına ve işten atma saldırısına karşı işçi sınıfının etkili eylemlere girişmek dışında başka bir çıkar yolu bulunmamaktadır. Bu etkili eylemin adı ise fiili grev, işgal, direniş ve sendika bürokrasilerinin yakasına yapışmaktır.
Sermaye özellikle kriz dönemlerinde artı-değer oranlarındaki gerilemeye ya da yetmezliğe “çare” arar. Günümüzde bu ranta dayalı kazançlara yönelmek biçiminde gerçekleşmektedir. Bu halk kitlelerine daha fazla yoksulluk, işsizlik ve enflasyon olarak dönen bir tür saldırıdır. Ücretlerin aşağı çekilmesi ya da alım gücünün zayıflaması, kazanılmış haklara, kazanımlara ve korunan mevzilere saldırılar bu sürecin aşama aşama gerçekleşen biçimleridir. Diğer yandan sermaye içinde de rekabet ve tasfiye cereyan etmeli, özellikle üretken olmayan sermaye ya da küçük sermayeler devreden çıkarılmalıdır. Neticede kapitalizmin devrevi krizi baş göstermek, alım gücündeki azalmaya paralel aşırı üretimin yasaları işlemek zorundadır. Her şey Marks’ın 150 yıl öncesinde söyledikleriyle uyumludur. Ancak bu, halen dünyayı yani onu belirleyen ekonomik-toplumsal sistemin işleyişini anlamaktır. Oysa Marks dünyayı anlamanın yetmediğini asıl olarak onu değiştirmek gerektiğini belirtmişti. İşçi sınıfının tarihsel rolünü oynayabilmesi komünistlerin öznel rolünü yerine getirebilmesiyle sıkı sıkıya bağlıdır. Ve bu kriz komünistler için sadece sistemin gerçeklerini değil ona karşı mücadelenin gereklerini de açık bir biçimde ortaya koymakla yükümlü olmalıdır.