Karanlık çökmüş, herkes evine varmış Güler Ana’ya Hasan’la Haydar’ın geldiğini, çalışıp yorulduklarını anlatmış, Güler Ana da durup dinlenmeden ne var ne yok sofraya koymuştu. Çoktandır yolunu gözlediği gençlere sofra hazırlıyordu ki kapı çalındı. Güler Ana aceleyle dışarının düğmesine bastı sonra kapıyı açtı. Selamlaşıp içeri girdiler. Güler Ana, uzun uzun sarılıp, hasret giderdi. Hıdır Amca “Nerede kaldınız oğul?” diye sordu. Hasan, “Kolu komşuya da uğrayıp öyle geldik Hıdır Amca” dedi. Hıdır Amca’nın bir-iki meraklı sorusundan sonra, Güler Ana gençlerin yorgun olmalarına içerlenip arada bir amcaya söyleniyor, çocukları rahat bırakmasını, yemeklerini yedikten sonra da sorularını sorabileceğini vurgulayıp Hasan’la Haydar’a “Çocuklar, siz ona bakmayın, o boş boş konuşur hep, siz yemenize bakın” diyerek gençlerin eksilen ekmeklerinin yerini dolduruyor ve bir türlü tabakların boşalmasına vakit bırakmadan bir kepçe daha koyuyordu. Amca da bu durumu fırsat bilip Güler Ana’ya tabağını uzatarak “ana, ben de yoruldum, bir kepçe de bana ver” diyerek çocuklaşıyor. Ama Hıdır Amcanın bu masum hali Güler Ana’yı yumuşatmaz “Dünyayı yesen doymazsın” diyerek çıkışır, yine de amcanın tabağını doldururdu.
Yemekler yenilip sofra kaldırıldıktan bir süre sonra Güler Ana bir elinde bardaklar diğer elinde ise koca bir çaydanlıkla geldi ve gençlerin yanına taze kaynamış sütü koydu. Hasan’la Haydar’ın sütü çok sevdiğini biliyordu. Hele ki Hasan çoğu kez “Ana süt var mı?” diye sorardı. Belki de bundan dolayı Hasan, cüsseli, iri kemikli bir yapıya sahipti ve o kara demlik nasıl oluyorsa yarım saat içinde Hasan’ın son damlaları, bardağa silkelemesiyle dibe vuruyordu.
Hasan’la Haydar kolu-komşuya da uğrayıp Hıdır Amcalara geldikleri için, gençleri özlemiş köylüler yavaş yavaş kapıyı çalıp toplanmaya başladılar evde. İçeri giren her köylüyle birlikte sohbet de koyulaşıyordu. Köylülerin anlatacağı yeni bir şey olmasa da soracakları çok şey vardı. Ve gençlerin de yanıtları olacakları bir sürü olay yaşanmıştı. Bir ara köylüler, geçim sıkıntılarından bahsedip dert yandılar. Hasan’ın aklına tarladayken Hıdır Amca’nın anlattıkları ve köylülerin baharı zor çıkardıkları geldi. Dönüp Hıdır Amca’ya “Peki gece gündüz çalışıyorsunuz, her türlü köy işini yapıyorsunuz niye geçinemiyorsunuz?” diye sordu. Hıdır Amca’nın cevabı gayet netti ve oradaki köylülerin düşüncesini ifade ediyordu: “Oğul iş çok çalışmakta değildir, ne için çalıştığını bilmektir. Biz çok çalışıp, çok iş yapıyoruz ama kendimize çalışmıyoruz. Kantar kimin elindeyse, teraziyi kim ölçüp tartıyorsa ona çalışıyoruz. Çünkü buğdaya, nohuta, peynire, yağa fiyat biçen biz değiliz, tüccardır. Onun için bizim ne kadar çalıştığımızın ne kadar emek verdiğimizin bir önemi kalmıyor. Ne kadar çalışıp, çabalar üretirsek o kadar tüccar kazanıyor. Biz de kırk yıldır, aynı geçim sıkıntılarıyla yaşamaya çalışıyoruz. Halbuki oğul, bu civarda tüccarlıkla zengin olan bir düzine insan bilirim.” Hasan, “Peki ne yapmak lazım Hıdır Amca?” diye sorduğunda Hıdır Amca sırtını arkaya yaslayıp tebessümle Hasan’ın gözlerinin içine baktı. Evdeki herkes, Hıdır Amca’nın bu soruya vereceği cevabı pür dikkat bekliyordu. Amca, sigarasından dolu bir nefes alıp ağır ağır konuşmaya başladı. “Düzeni baştan eğri kurmuşlar Hasan’ım, eğriyi doğrultmak lazım, köylüyü tüccara muhtaç etmemek lazım. Eğri budur. Doğruyu da sen söyle bize Hasan’ım.” Hıdır Amca bu son sözleri söylediğinde, Hasan’ın içinde, aynı derin saygı bir kez daha uyandı ve eğrinin doğrusunu uzun uzun anlattı. Hıdır Amca ve köylüler, bu sefer Hasan’ı dikkatle dinlediler. Hasan elbette köylülerin yaşadığı geçim sıkıntılarını ve sebeplerini biliyordu. Ama kendisi bizzat yaşamamıştı. Yaşayanlardan duyup öğrenmek inancını körüklüyordu. Dahası Hasan’ın da onlara verecek bir şeyleri oluyordu. Eğrinin doğrusunu.
Hasan’la Haydar’ın köylülerle sohbeti böyle gece yarısına kadar sürdü. Köy hali, dünya hali derken zaman epey geç oldu. Gençler, o kadar yoruldular ki artık müsaade isteyip kalktılar fakat evin içindeki herkes, o günün tüm yorgunluğuna rağmen, gençlerle gece yarısına kadar yaptıkları sohbetten memnundular. Ellerinden gelse sabaha kadar gençlerle konuşmak, onları dinlemek isterlerdi. Gençlerin kalmaları için ne kadar ısrar ettiyseler de Hasan’la Haydar gece de olsa dağların yolunu tutmalıydılar. Güler Ana, çocukları eli boş yolcu edemezdi. Biraz öteberi, biraz da katık hazırlamıştı. Gençlerin ellerine tutuşturup sıkıca sarıldı. “Haydi çocuklar Xızır yardımcınız olsun” diyerek Hasan’la Haydar’ı uğurladı.
Hasat vaktiydi, sabahın ilk ışıklarına kadar durmaksızın yürüyeceklerdi. Yola düştüler, gece karanlık ve serindi. Gökyüzünü yıldızlar, patikayı ateşböcekleri aydınlatıyordu. Artık, arkalarında kalmış köy çayırlarından yalnızca cırcır böceklerinin sesi geliyor, taze biçili tarlaların kokusu, esintiyle Hasan’ın yüzünü okşuyordu. Cılız ışıklarıyla köy, arkalarında, ağaçların, dalların, tepelerin ardından kaybolup gidiyordu. Hasan’ın içinden nehirler gibi şiirler geçiyordu. Kelimeler, mısralar peşi sıra diziliyor, dağ dağ birikiyordu.
“Köyler bilirim;
Kaf dağının yamacında
Göğe yakın
Çam ormanlarının kıyısında
Bulutlar takılır tellerin
Güneş damlar çatılara
Süzülür
Çamlardan sofalara…
Bal renkli, süt kokulu sofalarına…
Yalansız, tasasız, kaygısız köyler
Masal köyleri”
Şiirlerle atıyordu Hasan’ın yüreği. Her mısrada bir adım atıyor, her dağ, bir şiirle aşılıyordu. Şimdi önlerinde uzayıp giden bu dağ yolu, geçmişten geleceğe, silinmez ayak izleri taşıyordu. Nasırlı elleri, kocaman yürekleriyle, insanların irili ufaklı ayak izleri. İzlere baktıkça Hasan, eski köy yerinde bulduğu “kara lastik”i hatırladı. Elini cebine atıp, sımsıkı kavradı.
Bir an “çıt” sesini duyup durdu Hasan. Yukarı doğru baktı, zirveye az kalmıştı. Haydar el sallayıp, onu çağırıyordu. Ufuk çizgisi, parlak ışıkların yansımasıyla tutuşup yanıyordu sanki. Sabırsız bir heyecan, dizginsiz bir sevinç duydu Hasan. Varmışlardı. Zirvenin öte yüzünde;
“Salkım salkım nar bahçeleri
uzayıp gider
Elvan elvan
Çiçek tarlaları
Bahçeli, güllü, güneşli
Köyler
Bizden uzak
Düş ülkelerinin köyleri!” vardı.
Kendinden öncekilerin, ayak izleri, bu masalsı köye çoktan ulaşmışlardı. Yoluna can koyduğu yoldaşları buradaydılar.
Aynı ayak izlerine basarak çıktılar dağın zirvesine. Yan yana durup, bir geriye baktılar, memleket, gecenin içindeydi, karanlık vadiler, ay vurmuş yamaçlar, parıldayan dere yatakları, derin bir suskunlukla selamlıyor, uğurluyordu onları. Dağın zirvesinde durup birbirlerine baktılar. Bu memleket bizim! Bu toprak, bu hava, bu ağaçlar, yuva yapan kuşlar, akan derelerde su, suda balıklar bizim! Asırlardır, biz doğup biz büyüyoruz, analar bizim. Biz düşüp, biz ölüyoruz yaşamak bizim. Art arda meşaleler yakıp kıvılcım saçarak yol açtık, iz bıraktık Nisan Güneşi’ne.
Yırtık çarıklarımız, çatlamış dudaklarımız, nasırlı avuçlarımızla güneşten bir parça ateşi sırtladık omuzlarımıza, taşıyıp yaktık, her gün güneş doğsun diye, Weroz (Nergiz) Tepesi’nde!
Yazının birinci kısmı: “Şiir Yürekli”nin Öyküsü – I
Bir Tutsak Partizan