27 Şubat’ta Abdullah Öcalan’ın “PKK’nin kendini feshetmesi ve silahlı mücadelenin terk edilmesi” çağrısı tek taraflı adımlarla ilerlemeye devam ediyor. 5-7 Mayıs’ta 12. Kongresini toplayarak Öcalan’ın çağrısına uyan PKK, 11 Temmuz’da KCK Eş Başkanı Bese Hozat liderliğinde “Barış ve Demokratik Toplum Grubu” ismiyle 30 gerillanın “silah bırakma taahhüdü” içeren bir törenle silahlarını yaktığını ilan etti.
Bese Hozat, 11 Temmuz “silah yakma” merasiminde Öcalan’dan alıntı yaparak “Silahın değil, siyasetin ve toplumsal barışın gücüne inanıyorum” dedi ve sürecin nihai amacını şöyle ifade etti: “Dağdan inmekle yetinemeyiz, Ankara’da, İstanbul’da demokratik siyasetin öncüsü olmak istiyoruz.”
Abdullah Öcalan ve PKK, illegal parti tasfiyesi ve silahlı mücadeleye elveda kararlarının gerekçesini “Kürt varlığının inkârının ortadan kalkması” olarak açıklamaktadır. PKK’nin 47 yıllık mücadelesinin bu amaca yönelik olduğu ve artık bu amacın büyük oranda gerçekleştiği savunulmaktadır. Ancak mücadelenin tarihsel gerçekliği yalnızca “Kürt inkârını ortadan kaldırmak” ile sınırlı değildir. Yüzyılı aşkın süredir dört parçada Türk, Arap ve Fars ulus egemenliği tarafından bağımlı ulus haline getirilen Kürt halkının özgürlüğü, yalnızca “varlığının kabulü” ile sağlanamaz. Öcalan ve PKK de bu gerçeği bilmektedir. Bu nedenle mücadele “demokratik toplum paradigması” temelinde, ulusal hakların artık legal ve barışçıl yollarla kazanılabileceği düşüncesine dayandırılmaktadır.
TC, siyasal yapısı, tarihsel şekillenişi ve kurucu felsefesiyle tutarlı şekilde; faşist devlet yapısını, klik çatışmalarından halka yönelen baskı mekanizmalarına, ezilen ulus ve inançlara yönelik hak gasplarına kadar birçok düzlemde sürdürüyor. Aynı zamanda bölgede NATO’nun savaş makinesi gibi konumlanmış yapısıyla da uyumlu bir siyaset izliyor. Bu koşullar altında, silahlı mücadele zeminlerinin ortadan kalktığı iddiası Öcalan tarafından savunulmakta ve onun önderliğinde PKK kadrolarınca pratiğe geçirilmektedir.
MÜCADELENİN DEMOKRATİK YOLU AÇIK MI?
Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı, legal siyaset alanındaki kısıtlamalar ve anayasal çerçeve dışına çıkan uygulamalar ortadayken demokratikleşmenin önündeki engelin “silahlı mücadele” olduğu iddiası yanıltıcıdır. Demokratik siyasete olanak tanımayan ve kendi yasalarına dahi uymayan faşist bir saldırganlık ortamında, tarih ve toplum bilimi bize silahlı mücadelenin objektif koşullarının sürdüğünü göstermektedir. Elbette öznel koşullar, yani öncü devrimci veya komünist gücün varlığı bu mücadelenin gerçekleşmesi için zorunludur. Ancak bu gücün eksikliği, silahlı mücadelenin objektif koşullarının var olup olmadığını değiştirmez.
Silahlı mücadelenin şartlarının sürdüğü bu ortamda, onu demokratikleşmenin önündeki engel gibi göstermek, “önce düşüp sonra yola bakmak” anlamına gelir. Öcalan ve PKK, TC’nin tarihsel, ekonomik, sosyal ve sınıfsal nedenlerle ıskaladığı “demokratikleşme” treninin uzlaşma ve barışçıl yollarla yakalanabileceğini düşünmektedir. Oysa bu yaklaşım, emperyalizm çağının temel yapısını kavrayamamaktır. Emperyalist hegemonya, halkların ve ezilen ulusların demokratik taleplerine düşmandır; hegemonyasını anti demokratik sınıflara dayanarak ve onların sosyal tabanını güçlendirerek kurar. Bu bağlamda tutarlı bir demokratizm, emperyalizme karşı olmayı da zorunlu kılar.
Türkiye’de ekonomik, siyasal ve askerî yapısı emperyalist bağımlılık içinde şekillenen hâkim sınıflardan gerçek bir demokratikleşme beklemek, tarihsel ve sınıfsal açıdan ütopiktir. Sınıfların kendi çıkarlarını gerçekleştirmesinin aracı olan devletin diğer sınıflar için demokratikleşmeye yönelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu sınıfların çıkarlarının gerçekleşmesi demokratik bir toplumda değil; tersine, tüm toplumsal katmanların faşist baskılarla yönetildiği bir yapıda mümkündür. Faşizm, bu anlamda bir seçenek değil zayıf burjuvazinin, feodal kalıntı halindeki beylerin egemenlik biçimidir. Bu, Türkiye’nin yarı sömürge ve yarı feodal yapısının devamı için zorunlu bir yönelimdir. Emperyalizm çağında, onun etkisi altındaki ülkelerde demokrasi sorunu, egemen burjuvazinin değil, onu da yıkarak demokratik düzeni kurmak zorunda olan işçi sınıfı ve halkların omuzlarına yüklenmiş bir görevdir. Bu görevin gerçekleşme yolu ise bu süreçleri gerçekleştirmiş toplumların tarihinden de görülebileceği gibi zordur, zora başvurmaksızın bu süreci tamamlamak mümkün olmamıştır. Tarihte zorun rolü ne abartıldığı gibi esastır ne de yadsınabilirdir. Aksine ancak zor yoluyla meclisler, barışçıl süreçler, anayasal düzenlemeler gerçeklik kazanmıştır, bu olmadan gerçek demokrasinin geleceğini beklemek ham hayaldir.
Tayyip Erdoğan’ın 12 Temmuz tarihli açıklamaları da bu sürecin demokratikleşmeden çok farklı amaçlar taşıdığını gözler önüne sermiştir. Erdoğan, PKK’nin silah bırakmasını tarihî bir sürecin başlangıcı olarak tanımlamış, “Türk, Kürt ve Arap ittifakı”ndan söz etmiştir. Bu ittifak gerçekleştiğinde, “atlarının rüzgârının Çin Denizi’nden Adriyatik’e serin esintiler yaydığını” söyleyerek bölgesel ve tarihsel bir ideal ortaya koymuştur. Aynı konuşmada, “Türk-Kürt-Arap bir aradaysa… işte o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Uzaklaştıklarında ise mağlubiyet vardır” diyerek halk kitlelerini sözde dış tehdide karşı uyarmıştır.
Türk hâkim sınıfları bölgesel gelişmeleri ve altüst oluşları bir fırsat olarak değerlendirerek yeni yönelimler belirlemektedir. Irak ve Suriye’nin parçalanma eğiliminde olması, İran’ın emperyalist hedeflere daha açık hale gelmesi ABD’nin sadık müttefiki olan TC’yi siyasî hegemonyasını genişletme ve uygun koşullarda sınırlarını büyütme yönünde cesaretlendirmiştir. Özellikle 7 Ekim 2023’te Filistin Direnişinin bölgesel dengeleri sarsan çıkışı, TC’yi Kürt meselesini bir sorun olmaktan çıkararak bir ittifak haline getirmeye yönlendirmiştir. Bu girişimlerin amacı, bölgede ABD emperyalizminin çıkarlarına uygun, gerici siyasî ve ekonomik bir düzenin kesintisiz olarak tesis edilmesidir. Türkiye bu uğurda, Afrika’dan Kafkasya’ya, Doğu Avrupa’dan Orta Doğu’ya kadar yayılmış bir askerî güç olma iddiasındadır.
Yani PKK ve Öcalan’ın demokratikleşme gerekçesiyle başlattığı süreç, TC açısından bölgede siyasal etkisini artırmak üzere kurgulanmıştır. Bu tabloda esas aktör TC’dir. Kürtlere ulusal haklarını da tanımadan onları kendi hedeflerine angaje etme siyaseti öne çıkmaktadır. Demokratikleşme anayasal ve yasal reformlarla desteklenmediği sürece gerçek bir dönüşüm olmayacaktır. Tayyip Erdoğan için bu mesele yalnızca “diyalog ve sorunları konuşma” çerçevesindedir. “Silahları bırakın, istediğiniz kadar Meclis’te konuşabilirsiniz” demektedir. Sürecin ilk adımlarında dahi, TC’nin PKK ve Öcalan’ın büyük ve stratejik hamlelerine karşılık olarak hasta tutsakların tahliyesinde bile sınırlı ve temkinli davrandığı görülmektedir.
Bu durum, TC’nin tarihsel yapısıyla ve sınıfsal gerçekliğiyle tam uyumludur. Aynı zamanda kurmaya çalıştığı büyük oyunda, ayağındaki tarihsel, sosyal ve ekonomik zincirlerin hâlâ ne kadar güçlü olduğunun da göstergesidir. Bu tablo, umut bağlanan sürecin ciddi tıkanmalara gebe olduğuna işaret etmektedir. Öte yandan, çelişkilerin daha da büyüdüğü ve derinleştiği bir dönemin de kapısını aralamaktadır.
Kürt Ulusal Hareketinin silah bırakma seremonisi, “silahlı mücadele”yi reformistler ve liberallerden karşı devrimci unsurlara kadar geniş bir yelpazede hedef haline getirmiştir. Oysa emperyalist güçler arasında çelişkilerin arttığı, silahlanmanın tırmandığı, TC’nin “Kürt barışı” söylemiyle iç cephesini güçlendirmeye çalıştığı bir ortamda, bölgesel savaş ihtimalinin arttığı açıktır. Bu koşullarda halkların ve ezilen ulusların silahlı mücadelesinin lanetlenmesi ve barışçıl yöntemlerin yüceltilmesi, büyük bir düzenbazlıktır.
Sınıfsal karşıtlıkların derinleştiği, siyasal baskının yoğunlaştığı bir dönemde, silah bulundurma tekelini tüm gerici güçler sıkılaştırırken halklara “barış, uzlaşma, silahsızlanma” öğütlemektedirler. Kendi aralarında yumrukları sıkmadan konuşamayan emperyalistler ve onların uşakları, halklara barış vaazı vermektedir. Bu politikalara karşı, bağımsız eylem ve örgütlenmeler yaratarak kurtuluş için halkın savaşma bilincini geliştirerek yanıt verilmelidir. Bataklığa gitmek isteyen gidebilir; fakat halkı o bataklığa sürüklemelerine asla izin verilmemelidir.