Toplumsal düşünmek, komünist çalışmaların temel tutumlarından biridir. Sorunları bireylerin sınırını aşarak toplumsal düzeyde tanımlamak ve çözüm yollarını toplumcu bir bakışla geliştirmek, Marksist bir tutum olmakla birlikte kökenleri bakımından Marksizm’den çok daha eskilere dayanır.
Marksizm ise bu bakışı yeni bir düzeye taşımıştır: Toplumsal meseleleri bilimsel bir temelde ele alırken aynı zamanda bu bilimselliği proletaryanın sınıfsal bakış açısıyla birleştirmiştir. Marksizm’in tarihsel yeniliği de burada yatar: Gerçekliğin bilimsel çözümlemesi ile ezilen sınıfın çıkarlarının birleşmesi. Çünkü proletarya zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan bir sınıf olarak gerçeğin en çıplak haliyle kavranmasını ve değiştirilmesini zorunlu kılar. Gerçekliği öğrenmek, proletaryanın kurtuluşu için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu nedenle proletarya sadece kendi sınıfsal kurtuluşunu değil, insanlığın gelecekteki ortak çıkarlarını da temsil etme özgünlüğüne sahiptir.
Tam da bu nedenle, yani gerçekler proletaryanın çıkarlarının gerçekleşmesine hizmet edeceği için, bilimsel olan her ilerleme burjuvazinin çıkarlarının halk çıkarlarıyla karşı karşıya getirdiği için egemenler bilimi, gerçeği kendi tekellerine alır ve bunu olabildiğince kitlelerden uzağında konumlandırırlar.
Son dönemde eğitimden üretime yansıyan her türden çalışmada bilim bir avuç insanın elindedir. Bill Gates, Jeff Bezos ve son yıllarda iyice popüler bir karaktere dönüşen Elon Musk bilime yatkınlıklarıyla da ünlüdürler. Bilim bu insanların ve ait oldukları sınıfın şaklabanlığa varan gösterişli yaşamlarında hiç kuşkusuz yadsınamaz bir parçadır; ne var ki aynı sınıf toplumları yönettikleri tüm araçlarda ve topluma yönelik çalışmalarda bilimden uzaktırlar. Günümüz dünyasında gerçek bilgiye ulaşmak aşırı kolaylaşmışken söz konusu şarlatanlar bilgiyi olabildiğince kirleterek, dejenere ederek halkları yabancılığa mahkûm ediyorlar. Egemenlerin, sultalarını sürdürmek için zorunlu oldukları şey budur…
Gerçek bilgiye ulaşmaktan söz ettiğimiz yerde gerçek toplumsal durum hakkındaki bilgi en temel konulardan biridir. Marksizm tarih bilimini ortaya koyarak insanlığın bu temel konuda bir çığır açmasını sağlamıştı. Bu yeni çağla birlikte geçmişi ve geleceği anlamak tamamen mümkün olabilmişti.
İlkel döneminden itibaren insanlığın toplumsal bakımdan geçirdiği evrim sınıflarla, sınıf savaşıyla, üretim araçlarının toplumsal ihtiyaçları karşılamak üzere geliştirilmek zorunda oluşuyla ortaya konmuştur. Sınıfların varlığı ve sınıf savaşımı hakkında Marks bunların burjuva aydınlarca tespit edilmiş olduğundan söz eder. Oysa bugün sınıf ve sınıf savaşımı gerçekliği büsbütün reddedilmektedir. Bu Marksizm’e bir saldırıdır elbette; ama bunu daha net ifade etmek gerekirse insanın gerçeklik bilgisine, gelecek için doğru bir yönelime girmesine bir saldırıdır.
Bugünlerde işçi sınıfına dair pek çok şey söyleniyor; özellikle de onun artık bir sınıf olma niteliğini yitirdiği iddia ediliyor. Bu iddiayı desteklemek için teknolojinin gelişmesi, finans sermayesinin ulaştığı devasa boyutlar, kültürel yozlaşma, üretim süreçlerinin parçalanması gibi “objektif” gerekçeler öne sürülüyor. Oysa bunların hiçbiri sınıf gerçekliğinin temel nedenini ortadan kaldırmaz. Üretim biçimleri, sermaye birikim modelleri, hatta emek süreçlerinin biçimi değişebilir; fakat sermayenin zenginliği, artı-değer sömürüsüne dayanır. Bu mekanizma, özel mülkiyet ortadan kaldırılmadığı sürece varlığını sürdürür. Sınıfların ortadan kalkması ancak özel mülkiyet rejimlerinin yıkılmasıyla, toplumsal mülkiyetin kurulmasıyla mümkündür. Bu temel gerçek geçerliliğini koruduğu sürece, “artık eskisi gibi sınıflar yok” söylemi her zaman boş bir iddia olarak kalacaktır.
Ancak bu iddianın etkili olduğu, yankısız kalmadığı, tersine mücadele eden güçler de dahil olmak üzere birçok kesimi etkilediği bir gerçektir. Bu etki günceldir ve ciddi bir ideolojik kuşatmanın parçasıdır. Peki bu etkinin somut izlerini nerede görüyoruz? En çok da olguları, olayları ve gelişmeleri sınıf analizinden kopartarak değerlendirme eğilimlerinde. Oysa sınıf analizi, toplumsal yapıyı ve dinamikleri kavramanın vazgeçilmez bir yöntemidir.
Buna rağmen bugün pek çok mesele, sınıf temelinden soyutlanarak bireysel düzleme, “genel insanlık halleri”ne, sadece kimlik bakış açılarına veya ikili ilişkilerdeki “samimiyet” ölçütlerine indirgeniyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, siyasal iktidar tartışmalarında karşımıza çıkıyor. Seçime, seçilmeye, kısacası burjuva seçim demokrasisine odaklanmak; gerici, reformist ve küçük burjuva eğilimlerin en yaygın sapmalarından biridir. Bu durumdan kendimizi ne kadar muaf tuttuğumuz ise ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü pratikte, “sürecin sonunda” sınıf tanımları yaparken sürecin içinde pek çok noktada “ehven-i şer” (kötünün iyisi) anlayışına göre tavır alındığını görmek mümkündür.
Bu tutum gerçekleştiğinde bile buna karşı yeterli ideolojik-politik reflekslerin geliştirilmediği de ortadadır. Oysa sınıf tanımı, işin sonunda değil, başında yapılır. Kişinin “kişisel gelecek kaygısının” yüksek olması onu küçük burjuva yapmaz; aksine, zaten küçük burjuva olduğu için bu kaygıyı taşır. Sınıfsal konum, duygu, istek ve eğilimleri belirler; davranışlar bu nesnel zeminde gelişir. Dolayısıyla sınıf analizini, sonuçlara bakarak yapmak çoğu zaman geç kalmak demektir. Birçok durumda, görülen sonuçlar zaten sınıfsal gerçeklikten kopuşun işaretidir; oysa baştan bakılması gereken yer tam da burasıdır.
Siyasal iktidarın “tek adam” figürüyle açıklanmasına ya da yetkinin tek kişide toplandığı iddiasına karşı tavrımız öteden beri açıktır. Bu tavır, Marksist ilkelere dayanır ve her defasında doğruluğu kanıtlanır. Ancak burjuva seçim mekanizmalarının sunduğu “sınırlı demokrasiden” medet ummak, “tek adam gitsin yeter” ya da “ehven-i şer” anlayışına sığınmak, sınıf perspektifinden kopuşun en görünür biçimidir.
Burada “üretim araçlarının bir parçası olmak”, işçinin kendi bedensel emeği dışında bir üretim aracı üzerinde mülkiyet hakkının olmaması anlamına gelir. Makine, fabrika, toprak, sermaye ona ait değildir. Onu kullansa da o makineyi işleten, kendi bedeniyle işleyenin kendisidir. Bu durumda işçi, emeğini ücret karşılığı satar, ama ürettiği artı-değerin sahibi değildir. Bu artı-değere burjuvazi tarafından el konulur.
Bugün ise bu tarihsel çelişki biçim değiştirerek sürmektedir. Teknoloji, otomasyon, platform ekonomileri, freelance ve “gig” (serbest çalışma/patronsuz çalışma anlamına gelen çalışma biçimleri) çalışmanın yaygınlaşması, proleterleşmenin biçimini dönüştürmektedir. Ancak öz değişmemiştir: Üretim araçlarının —fabrika, yazılım, server altyapısı, finansal ağlar— mülkiyeti yine bir azınlığın elindedir. Milyonlarca insan bu araçların yalnızca “kullanıcısı” ve bir parçasıdır; kendisi bir veri madenciliğinin, yazılım algoritmasının veya küresel lojistik zincirinin dişlisidir.
“Emek-sermaye” çelişkisi hâlâ bu ilişki üzerine kuruludur. Üretim araçlarına sahip olmak ve bu araçların yalnızca bir parçası olmak arasındaki fark, insanlık tarihinin sınıf mücadeleleriyle örülü bütün evrelerini anlamak için kilit önemdedir.
Bu tarihsel çelişki, Marksizm’in temelidir: Emek gücü kendi araçlarını toplumsal mülkiyete dönüştürmeden, üretim araçlarına ortaklaşa sahiplik sağlanmadan sömürü ortadan kalkamaz. Dolayısıyla, sınıflar yalnızca “geçmişe ait” bir olgu değildir. Üretim araçlarının özel mülkiyeti sürdükçe, sermaye artı-değeri gasbettikçe, sınıf karşıtlığı tüm biçim değişikliklerine rağmen var olmaya devam edecektir. Kendimizi tanımlarken, içinde olduğumuz koşulları açıklarken, gelişmeleri değerlendirirken yapmamız gereken ilk şey üretim araçları karşısında, çalışma hayatı içinde insanların konumları ve birbirleriyle kurdukları ilişkiler olmalıdır.
Devletlerin politikalarını veya tarihsel gelişmeleri açıklarken sınıfların temel özelliklerini ve somut çıkarlarını görmezden gelmek, ihmal etmek keyfi yorumların önünü açar. Devrim yolunda ise her keyfi yorum kitlelerin rolünü zayıflatan bir sonuç verir. Bunu sınıf analizi yapmadığımız her durumda kendi pratiğimizde gördüğümüz de apaçık bir gerçekliktir.