10 Temmuz, Perşembe
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler
Yeni Demokrasi Gazetesi
Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle

Anasayfa » Soyut Kavramlarla Politika, Önderlik ve Kitle Gücü

Soyut Kavramlarla Politika, Önderlik ve Kitle Gücü

17 Haziran 2025
içinde KOLEKTİF DOĞRULTU, Yazılar
Facebook'ta PaylaşX'te PaylaşWhatsappTelegram
Google Haberler Google Haberler Google Haberler
ADVERTISEMENT

“Soyut bir demokrasi ve özgürlük isteyenler, demokrasiyi bir araç olarak değil bir amaç olarak görüyorlar. Demokrasi bazen bir amaç gibi görünür, ama aslında yalnızca bir araçtır. Marksizm bize, demokrasinin üstyapının bir parçası olduğunu ve siyaset alanına girdiğini öğretir. Başka bir deyişle, son tahlilde, demokrasi ekonomik temele hizmet eder. Aynı şey özgürlük için de geçerlidir.”

(Mao Zedong, 5. Cilt, s. 422)

KAVRAMLARI YENİDEN DÜŞÜNMEK

Mao Zedong’dan yaptığımız alıntıdaki yaklaşım Marksizm’in bir temel görüşünü içermektedir. Buna göre tarihin itici gücü sınıf mücadelesidir ve bu mücadele ekonomik koşulların bir ürünüdür. Bu mücadele içinde beliren her siyaset dolaylı ya da dolaysız iktisadî gerekleri yerine getirir. Bugünkü demokrasi ve özgürlük talepleri, her iki kavramın da birer “amaç” gibi ileri sürülmesi de sınıf çıkarlarından ayrı değerlendirilmemelidir. Egemen sınıfların belli unsurları siyasal alandan dışlandığında ya da etkisizleştirilmek istendiğinde, “demokrasi” ve “özgürlük” ciddi ve tutarlı bir hat izlenecekmişçesine dolaşıma sokuldu; elbette bu egemen sınıf unsurlarının çıkarlarıyla halkın demokrasi ve özgürlük ihtiyacı birmiş gibi, esasen onlar (egemen sınıf unsurları) için ama halk adına!

DEMOKRASİ ARAYIŞI

Son dönemde tanık olduğumuz bu manipülasyon da dahil olmak üzere tüm demokrasi ve özgürlük talepleri, belirli iktisadî gerekçelerle ilişkilidir. Bu talepleri dillendiren kesimler ise söz konusu gereklerin temsilcisi ve taşıyıcısı konumundadır. Demokrasi ya da özgürlük yönelimleri, ne bu kavramlara duyulan soyut bir sempatiyle ne de baskıya duyulan saf bir öfkeyle açıklanabilir; bu yönelimler, iktisadî koşullarda kendi sınıfsal çıkarlarını gerçekleştirme ihtiyacından doğar.

Bugün egemen sınıfların kendi içinde ciddi bir paylaşım krizi ve çıkar uyuşmazlığı yaşanmaktadır. Süreci yönetmekte başarısız olanlar konumlarını korumaya çalışırken muhalefette olanlar iktidarı ele geçirmek için mücadele etmektedir. Bu nedenle muhalefet, kendi sınıfsal çıkarlarını savunmak adına “demokrasi” ve “özgürlük” siyasetini gündeme getirmektedir.

Bu gerçeği göz ardı ederek özgürlük ve demokrasi mücadelesini “herkes için” ortaklaştırmak, sapla samanı karıştırmak ve kendi gücünü egemen sınıfın bir kesiminin hizmetine sunmak anlamına gelir. Oysa aynı siyasal söylemde yer almak, yalnızca doğru bir siyaset hattını yaymak amacıyla anlamlı olabilir. Asıl mesele, bu ortaklığın hangi hedeflerle gerçekleştiğini ve hangi somut ihtiyaçlara karşılık geldiğini saptamaktır.

Bugün egemen sınıfların bir kanadı yalnızca kendi çıkarları için demokrasi ve özgürlük talep etmektedir. Bu durum, yönetimde oldukları alanlardaki uygulamalardan anlaşılabileceği gibi, iktidarla ortaklaştıkları her anda halk karşıtı politikaları birlikte hayata geçirmelerinden de açıkça görülebilir. Bu sonuç, sınıf nitelikleri ve ekonomik çıkar ortaklıkları gereği kaçınılmazdır.

Örneğin, bizimki gibi ülkelerde demokrasi mücadelesi yaygın bir sempatiye sahiptir. Sadece ezilen sınıflar, uluslar, cinsiyetler ve inançlar değil, zaman zaman “ezilen egemen sınıf” unsurları da bu mücadeleyi sahiplenebilir. Bu duruma son yıllarda sıklıkla tanık oluyoruz. Çünkü bu tür ülkelerde demokrasi, kapitalist açıdan daha gelişmiş ve başka ülkeleri sömürerek refah düzeyini artırmış ülkelerle kıyaslandığında hem daha geri düzeydedir hem de daha dar bir kesimin imtiyazı olarak varlık gösterir. Öyle ki sömürücü sınıflar içinde bile, baskı ve otoriterlikten rahatsızlık duyan, “diktatörlüğü” bizzat hisseden kesimler vardır.

Darbeler ve cunta dönemleri bu duruma örnektir. Yalnızca ezilen ve devrimden çıkarı olan sınıflar değil; ezen ama devrimden ödü kopan sömürücü kesimler de bu dönemlerden mustarip olur, baskı altında kaldıklarını hissederler. 

Bu bakımdan içinden geçtiğimiz dönemin dikkate değer olduğunu söyleyebiliriz. Başta CHP olmak üzere egemen sınıf partilerinden birçoğu demokrasinin sınırları bakımından dertlidir ve demokrasi arayışındalar. Bunu bazen tutkulu cümlelerle ortaya koyan bu parti liderleri parlamentonun işlevsizleşmesinden hareketle “ellerinden alınmış haklardan” söz edebilmektedirler. Demokrasi ve özgürlük sözcükleri kitleleri manipüle etmenin güçlü araçlarına dönüşmüş durumdadır. Bu durum yaygındır ve gerçek anlamda kafa bulandırıcıdır. 

FİKİRLER Mİ, İHTİYAÇLAR MI?

Birçok kez bu manipülasyonun gerçeklerle uyuşmazlığını ortaya koyduk ve gerçek demokrasi ve özgürlük hakkında görüşümüzü açıkladık. En son “demokrasi ve özgürlük için sınıfın kavgasındayız” diyerek meselenin sınıfsal karakterine dikkat çekmeyi amaçladık. Çünkü demokrasi ve özgürlük egemen sınıfların elinde birer amaca dönüştürülmüş ve soyut kavramlar biçiminde “herkesin demokrasisi ve özgürlüğü” olarak savunulmaktaydı. Oysa Marksizm demokrasinin diktatörlükle ya da merkeziyetçilikle, özgürlüğün disiplinle ya da zorunluklarla iç içe olduğunu ileri sürmüştür. Gerçekten de demokrasinin olduğu her yerde merkeziyetçilik ya da diktatörlük kaçınılmazdır. Özgürlük de disiplinle ya da zorunlulukla bu şekilde iç içedir. Günümüzde demokrasi, özgürlük, devrim, ilerici hareket gibi tüm kavramlar sınıfsal içeriklerinde arındırılarak soyut birer kavram olarak egemen sınıfların hizmetinde kitlelere sunulmaktadır. Aynı şey “barış” kavramı için de geçerlidir. Bu durum yukarıda sözünü ettiğimiz türden anlayışların yeniden hortlatılmasından ibarettir. Kesinlikle yeni, olağandışı, akla gelmemiş fikirler söz konusu değildir. 

Bakın Engels Dühring’in kendine mal ettiği bu türden bir fikre karşı neler söylüyor: “Her şeyden önce, ancak Bay Dühring kadar kendini beğenmiş birinin hiç de özgün olmayan bu görüşü böylesine ‘özgün’ sayabileceğini belirtelim. Politik eylemlerin, devletin şaşaalı icraatının tarihte belirleyici olduğu fikri, yazılı tarih kadar eskidir ve halkların, geride, sahnedeki gürültülü oyunun arkasında sessizce cereyan etmiş olan gerçekten de ileriye doğru evrimine ilişkin bize kadar ulaşan malzemenin bu kadar az olmasının da ana nedenidir.

“Bu fikir, geçmişteki tarihçilerin tüm anlayışlarına egemen olmuş ve ancak Restorasyon döneminin Fransız burjuva tarihçilerinden ilk darbeyi yemiştir; bu işin tek ‘özgün’ yanı, Bay Dühring’in bütün bunlardan hiç haberdar olmamasıdır.” (Bkz: Tarihte Zorun Rolü, s. 25-26)

Politik eylemleri iktisadî şartların önüne sürmek, tarihin belirleyici öğesi olarak değerlendirmek Engels’in vurguladığı gibi tüm geçmiş “tarihçilerin” anlayışıdır. Çünkü bu tarihçiler, iktisadı bir bilim olarak, sınıf mücadelesini de bilimsel olarak anlamak durumunda değillerdi. Onlar parlak fikirlerin, büyük “adamların” ve elbette büyük olayların tarihteki rollerini açıklamakla meşgul oldular. İktisadî şartları kavramak gerçekten gelişmiş iktisadî şartları gerektiriyordu. Bazıları, ki bunlar Marksizm’e karşı özellikle desteklenen azımsanmayacak derecede yaygın ve “güçlü” karakterler olabilmekteler. Oysa tarihte, büyük fikir vs.nin de önemli etkileri olmakla birlikte iktisadî şartlar belirleyici rol oynamıştır. İnsanlığın gelişimindeki temel unsur iktisadî şartlardır. Sınıf mücadeleleri bu şartların ürünüdür ve hemen tüm fikirler de sınıf mücadelesinin ve ayrıca doğrudan doğa bilimle uğraşan insanların gerçekleştirdiği bilimsel deneylerin sonucunda ortaya çıkmıştır. Pratikten bağımsız gelişmiş tek bir fikir yoktur. Objektif ya da subjektif nitelikte olsun, sonuçta hiçbir fikir bir ihtiyaçtan kaynaklanmadan ortaya çıkmaz. Toplumsal düşünce sistemlerinin -dinler dâhil- temelinde de tarihsel ve maddi ihtiyaçlar yatar. Dinlerin, özellikle ezilen sınıfların “manevi” gereksinimlerine cevap veren, acıları hafifleten, çile ve yoksunluklara anlam atfeden bir işlevi olduğu açıktır. Dinî vecibeler bu anlamda, bireyin ya da toplumun yaşadığı zorluklara karşı bir tür ritüel çözüm ve telafi biçimi sunar. Marks, o meşhur açıklamasında tam da dinin bu işlevine dikkat çeker:

“… ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonudur.” (Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 192)

Marks burada dine karşıtlığını salt düşünsel düzlemde değil, onu mümkün kılan maddi koşullara dönerek temellendirir. Dini ortadan kaldırmak, halkın sahte mutluluğunu değil, gerçek mutluluğunu istemek anlamına gelir.

Bu yaklaşım sadece din değil; tüm düşünsel üretimler için geçerlidir. Engels de aynı yöntemi izleyerek Dühring’i eleştirirken fikirlerin bağımsız, kendi başına belirleyici olduğu iddiasını yerle bir eder. Dühring’in Robinson Crusoe ile “kölesi” Cuma arasındaki ilişkiyi, tarihteki baskı ve tahakküm biçimlerini açıklamak için kullandığı örnek, Engels’in tarihsel materyalist açıklamasıyla çürütülür. Engels, kölelik gibi politik bir eylemin dahi iktisadî ihtiyaçlardan türediğini göstererek şunu vurgular: Crusoe, Cuma’yı köleleştirmiştir; çünkü onun emeğine ihtiyaç duymaktadır. Kölelik, bireysel bir karar ya da fikir değil, maddi bir zorunluluğun ürünüdür. Böylece Engels, tarihte belirleyici olanın fikirler değil, onları mümkün kılan maddi üretim ilişkileri olduğunu ortaya koyar. Engels ise bunun bir zor eylemi, dolayısıyla politik olduğunu kabul eder; ama ekler: “Crusoe, Cuma’yı nasıl köleleştirdi? (…) Cuma … ‘bir köle olarak ya da salt bir araç olarak ekonomik hizmet sunmaya zorunlu bırakıldı… ve, yalnızca bir araç olarak tutuldu… ’… Crusoe, Cuma’yı yalnızca (kendi) yararına çalışsın diye köleleştirmiştir. Ve, Cuma’nın emeğinden kendine …  … onu çalışabilecek durumda tutmak için ona vermesi gerekenden daha fazla zorunlu yaşam aracı üretmesiyle.” ondan yarar sağlamıştır. “Başlangıçtaki kölelik” Crouse’nin ihtiyaçlarından sonra gelir. Crouse ihtiyaç duymasa Cuma’ya köleliği dayatmazdı. Bu kölelik ilişkisinin temelinde ihtiyaçlar vardır ve bu ihtiyaçları karşılamak üzere Crouse’nin aklına “parlak bir fikir” gelmiştir: kölelik… Kuşkusuz burada basitleştirilmiş, karikatürleştirilmiş bir ikili ilişki konu edildiğinden “iyiliksever” bir Crouse’nin kendi ihtiyaçlarını kendisinin karşılayacağı akla gelir ve söz konusu zorun, yani köleleştirme eyleminin bu iyiliksever Crouse tarafından tercih edilmeyeceği ileri sürülebilir. Dolayısıyla bu iki kişi arasındaki ilişkiden hareketle biz köleleştirmenin toplumsal ihtiyaçlardan kaynaklanan “ilerici” bir eylem olduğunu kavrayamayız. Bu nedenle toplumsal ilerlemede köle sahiplerinin sağladığı büyük avantajı tartışmadan geçeriz. Oysa tarihte kölelerin emeğinin belli ellerde sağladığı maddi birikim üretim araçlarının kaçınılmaz gelişimine neden olmuştur. İnsanlık daha fazla toplumsal ihtiyacı ancak bu yolla karşılayabilmiştir. Bunun aynı zamanda bilgi, kültür, sanat vs. birikimi olduğunu da unutmayalım… 

İşte bu tarihsel gerçeğin reddedildiği, yıllar öncesine ait çürütülmüş fikirlerin tezgâha sürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. Bu fikrin ısrarlı bir şekilde karşımıza dikilmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü tarih doğru yorumlandığında, kavramlar doğru bir şekilde kullanıldığında, sınıf mücadelesi bir kere tarihin motoru olarak kavrandığında geçmişten günümüze doğru gelişerek gelen tüm sömürü sistemlerinin toplumsal ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda gerçekleştiği anlaşılır ve geleceğe doğru sosyalizm ve komünizme ilerlemekte olduğumuz kabul görecektir. 

Günümüzün egemenleri ısrarla bu gerçeğin üzerini örtmektedir. Bilumum oportünist, anarşist, revizyonist ve hain de onlara eşlik etmektedir.

 Bu durumda Engels’ten itibaren savunageldiğimiz görüşü, hortlatılan bu türden “yeni” anlayışlar karşısında yeniden üretmek ve yaymak Marksizm karşıtı tüm anlayışlara karşı ihmal edilemez bir görev olarak hayata geçirilmelidir. Halkın bilinçlenmesi için bu çaba sonsuz bir gayretle ve tam bir özgüvenle yeniden üretilmek ve savunulmak zorundadır.

Tıpkı politikalar gibi, politik figürler de iktisadî şartların gerçekleşmesine hizmet eder. Bu bağlamda, manipülasyon aracı haline gelen bugünkü soyut özgürlük ve demokrasi söylemleri de ancak iktisadî koşullar çerçevesinde incelenerek anlaşılabilir. Sadece özgürlük ve demokrasi değil, benzer tüm kavramlar ve açıklamalar da aynı biçimde, iktisadî gerçekliklerin taşıyıcıları olarak değerlendirilmelidir. Bu, Marksist bakış açısının temelidir. Yazımızın konusu da bu olup söz konusu yaklaşımı barış sürecine ilişkin belirli bir argüman üzerinden değerlendireceğiz. Ancak bu değerlendirmenin zeminini oluşturmak için önce günümüzdeki genel tabloyu hatırlamak yararlı olacaktır.

“TEK ADAMIN” POLİTİK VAZİFESİ 

Son süreçte, tüm kapitalist sistem için ekonomik sorunların derinleştiğine; uluslararası düzeyde daralan pazarlar üzerinde hâkimiyet kurma sorununa ilişkin yorumların arttığına ve büyük bir savaş için koşulların giderek olgunlaştığına tanık oluyoruz. Bu durum, neredeyse her yerde, çok bilinen ama defalarca çürütülmüş anlayışların yeniden dolaşıma girmesine ya da bu anlayışların cazibesinin artmasına yol açmaktadır.

Bizde, bu tür bir anlayış uzun süredir Erdoğan karakteri üzerinden inşa edilmektedir. Sözde, Erdoğan bütün bir devlet sisteminin “tek adamı” olarak belirleyici kişidir. Bu yaklaşımı, “kurucusu” olduğu AKP tabanından duymak elbette şaşırtıcı değildir; ne var ki bu anlayış yalnızca bu kesimle sınırlı kalmamış, çok daha geniş bir toplumsal ve siyasal çevrede karşılık bulmuştur. Dahası, uzun bir süredir muhalefet de bu anlatı doğrultusunda pozisyon almaktadır.

Egemen sınıflar arasındaki iç çatışmalardan doğan ya da bu çatışmaların ürünü olan bu anlayışın, kabul etmek gerekir ki kitleler üzerinde etkili bir karşılığı bulunmaktadır. Erdoğan karakterinden kurtulma yönündeki istek öyle güçlüdür ki bu anlayışın yeniden üretimi farklı siyasal çevrelerde tekrar tekrar karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki kendini “en devrimci” olarak tanımlayan çevrelerde bile bu isteğin ürettiği anlayışa rastlamak mümkündür. Sadece Erdoğan karakteri üzerinden gerçekleşmiyor bu, sorunları “tek adama” bağlayan anlayışların üretimi, dünya çapında da gerek Biden gerek Trump gerekse başka “liderler” üzerinden de gerçekleşmektedir, aynı anlayış dünya çapında yayılmaktadır. Bu, gerçek devrimci hareket açısından ciddi bir oportünist tehdittir.

Bu tehdide karşı özellikle uyanık olmak zorundayız. Çünkü “bizim dışımızda” mevcut olan hemen her şeyin, mücadelemiz içinde de bir biçimde yankı bulabileceğini biliyoruz. Bunu, sınıf mücadelesinin tarihsel deneyimlerinden, özellikle büyük sosyalizm örneklerinden ve sınıf savaşımının en ileri aşamalarından öğrendik. Dolayısıyla, iki çizgi mücadelesi teorisinin yol gösterici ışığında hareket eden ya da bu ışığı elinde tutan bizim için, bu gerçeği göz ardı etmek büyük bir yanılgı olur.

SINIFSAL KONUM VE SİYASET

Sadece sorunlar değil, “devrimci” olarak sunulan çözümler de bu türden anlayışların hizmetine koşulmaktadır. En son Öcalan’ın “barış” çağrısı ve bu çağrının gördüğü ilgi de bu anlayışın etkisi altındadır.

Biz, Kürt yurtsever hareketinde reformizmin belirleyici olduğunu 2000’li yıllardan bu yana dile getiriyoruz. Ezilen ulus sorununun, ulusal eşitlik zemininde ve “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı” temelinde çözümünün tek devrimci yol olduğunu savunduk. “Bağımsızlık” mücadelesini bu yaklaşımın güçlü bir politik biçimi olarak değerlendirdik. Bu hedeften vazgeçildiği andan itibaren gündeme gelen tüm “çözüm” arayışlarının, düzen sınırları içinde ve egemen sınıfların çıkarlarını gözeten bir çizgide şekilleneceğini öngördük.

Kuşkusuz, bu durumdayken dahi hareketin halktan aldığı güç, onun kitlelere dayanan özellikleri ve tarihsel değerleri, demokratik bazı özellikler taşımaya devam etmesini sağlayabilir. Hatta “iş birliği” süreçleri içinde dahi bu nitelikler tümüyle ortadan kalkmaz. Ezilen ulus gerçeği var oldukça bu çelişkiden, dolayısıyla ezilen ulustan doğan her harekette bir demokratik içerik bulunur. Ancak bu içeriğin ne ölçüde gerçekleşeceği, hareketin öznelerinin bilinciyle ve kuşkusuz sınıfsal tavrıyla doğrudan ilişkilidir.

Yurtsever Kürt Ulusal Hareketi, Öcalan önderliğinde bir kez daha, “barış için” ikna edildi. Bunun için büyük bir adım atıldığı, tam bir özgüvenle yeni bir mücadele aşamasına geçildiği ileri sürülüyor. Elbette hareketin kendi özgün koşullarına yönelik değerlendirmesi ve bu adıma yönelik kimi tanımları ve “önderliğe” bağlılıklarının niteliği üzerinde ayrıntılı durmanın bizim için bir gereği yoktur. Değerlendirme veya tartışma konusu yapacağımız şey Öcalan’ın “görüşlerinde” hâkim olan “hortlak” anlayışlardır.

 En son KCK yönetiminden gelen açıklamada, Öcalan’ın ABD ve İsrail tarafından kurulmak istenen kukla bir Kürdistan’a karşı Türkiye ile ittifak kurduğu; bu anlamda, bölge halklarının lehine anti emperyalist bir tutum geliştirildiği ileri sürüldü! Hareketin “kendi çizgisini gerçekleştirmenin” bir yolu olarak “barışması” bir yana, gerçekliği bu denli çarpıtan ve halkların gerçeği kavramasını olanaksızlaştıran bu tür iddialar karşısında, Marksizm’in bilimsel tutumunu sergilemek özel bir önem taşır.

Öcalan’ın, “kukla Kürdistan” söylemi üzerinden Türkiye ile geliştirilen barış politikasını anti emperyalist bir strateji olarak sunması, yalnızca kuramsal bir yanılgı değil, aynı zamanda bilinçli bir tercihtir. Bu tercihin zemini ise Türkiye’nin emperyalist sistemle kurduğu bağımlılık ilişkisini görmezden gelmeye dayanır. Oysa Türkiye’nin dış politikası, ekonomik entegrasyonu ve güvenlik stratejileri büyük oranda emperyalist merkezler tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla bu devletle kurulan hiçbir ittifak, halklar lehine ve emperyalizme karşı bir yönelim olamaz. “Barış” adı altında yürütülen bu sürecin, emperyalist sistemin iç mantığına tabi olduğu açıkça görülmelidir. Esas olarak yoksul Kürt kesimlerinin mücadelesinde somutlaşan; ama ulusal burjuva özelliklere sahip zengin kesimlerin de sahiplendiği ve kendi çıkarları doğrultusunda ileri sürdüğü, siyasetini ürettiği haklı ulusal talepler bu barış politikasıyla hem araçsallaştırmakta hem de Kürtlerin “yurtsever” siyasetini gerçek bağımsızlık zemininden uzaklaştırmaktadır. Eleştirimizin gerçek zeminini de bu oluşturmaktadır. Barış fikri kendi başına iyi veya kötü olamaz. Bu fikir ancak yurtsever siyasetin temeli olan “bağımsızlık” zeminine yakınlığı ile iyi ya da kötü olabilir. “Kukla Kürdistan’a karşı barış siyaseti” bu yakınlık tartışmasına doğrudan katkı sunmakla anlamlı bir çıkış olmuştur. Bunun yurtsever siyaset bakımından sorunlu olduğu açıktır.

Biraz yukarıda, belirli kavramların özellikle soyut bir içerikle kullanıldığına işaret etmiştik. “Herkes için demokrasi” ve “özgürlük” söylemi ile bu yöndeki arayışlar, mücadeleyi olanaksızlaştıran, mücadelenin hedeflerini silikleştiren bir yapıdadır. Bunun bir başka biçimi de şimdi “Türkiye ile barışın” anti emperyalist bir karar olduğu iddiasıdır.

İsrail ve ABD’nin Suriye’de uyguladığı politikanın Kürt halkı lehine olduğu; İsrail’in güvenliği için Kürdistan’a yol açacak bir rota çizildiği iddiası, Suriye’ye yönelik saldırıları dahi “Türk milliyetçiliği” lehine bir manipülasyon aracı olarak kullanan egemenlerin, en gerici, faşist örgütlenmelerin uzun süredir ileri sürdükleri, şovenizmden beslenen bir iddiaydı. Bugün aynı iddiayı Kürt Ulusal Hareketinden duymak, belli çevrelerde hayal kırıklığı yaratmış olmalıdır. Kürt ulusunun eşitlik talebinin, ulus-devletçiliğin geçersiz olduğu görüşüyle artık olanaksız olduğu yönündeki önerme; bağımsızlık amacının, emperyalizmin bir “bölme” aracı olarak yorumlanıp inkâr edilmesi, Kürt halkı açısından beklenmedik bir tutum olmalıdır. Bu sonucun doğru anlaşılmasının koşulu kavramları ve dolayısıyla siyaseti de nesnel ihtiyaçlar temelinde açıklamaktır. Barış, demokrasi, özgürlük gibi kavramlar eğer sınıf analizleri temelinde tanımlanıp değerlendirilirse son “barış” adımının da nedeni anlaşılacaktır. Mevcut uluslararası koşullar hemen her egemen emperyalist bloka ve güce kendi bahçesini düzenleme şartını dayatmaktadır. Hazırlıklar büyük bir kaosa ve dolayısıyla olası büyük bir savaşa göre olduğunda ezilenlerin haklı mücadelesi erkenden ve ne olursa olsun bastırılmak zorundadır. Darbe dönemlerindeki (12 Eylül) yoğun saldırılar hatırlanabilir. Şimdi de Kürt devleti olasılığı bir kukla Kürdistan iddiasıyla inkâr edilmiştir ve bu çözümü de içeren devrimci, radikal mücadele reddedilmiştir.

Şunun açıkça belirtilmesi gerekir: Kürt ulusunun ulusal haklarının gerçekleşmesi için herhangi bir emperyalist ya da gerici devletin olası katkısı, halklar lehine bir emperyalist müdahale olarak değerlendirilemez. Emperyalist politikaların niteliğini ve sonuçlarını anlamanın koşulu, az önce sözünü ettiğimiz Engels’in yolunu izlemekle mümkündür. Dühring gibi politikayı iktisadî şartların ya da gereklerin önüne koymak, “rastlantılara” ve tabii ki duygusal davranışlara yönelmeyi getirir. Bu tür bir tutumu, Öcalan çizgisinde yürüyen Kürt Ulusal Hareketinde görmekteyiz.

ABD ve İsrail merkezli kukla bir Kürdistan’a karşı Türkiye ile barış politikası, tam da böyle bir tutumdur. Bu, Türkiye’nin emperyalizmle olan iktisadi ilişkisini ve bağımlılığını görmezden gelmekte; TC’nin bölge halkları için İsrail kadar tehlikeli bir hançer olduğunu unutturmakta; egemen sınıfların çıkarlarının emperyalistlerle ortak olduğunu ve bu çıkarların halklar aleyhine işlediğini ihmal etmektedir.

Bu gerçekleri her devrimci, her demokrat, her dürüst insanın bilmesi gerekir. Bu iddiayı, Engels’in “iktisadî şartlar her türden politikanın temelidir” görüşüyle; Marksizm’in bu bilimsel yorumuyla çürütmeli, halkları ve ezilen ulusları kendi çıkarları doğrultusunda bilinçlendirmeliyiz.

Tags: Kolektif Doğrultumao zedongYeni Demokrasi
ShareTweetSendShareScanSend
Önceki Yazı

Öğretmen Sendikası 25 Haziran’da Ankara’ya yürüyecek

Sonraki Yazı

 TKP/ML: Emperyalizmin ve Siyonizm’in Saldırı ve Savaş Kışkırtıcılığına Dur Diyelim!

Related Posts

Çevre

“Üreten Biz, Tükenen de Biz…”

8 Temmuz 2025
Çevre

Zeytin Yasası: Talanın Yasal Hali

8 Temmuz 2025
Çevre

“Doğaya Saldırının Olduğu Her Yerde Mücadeleyi Öreceğiz”

5 Temmuz 2025
ÇEVİRİ

Kesişimsellik ve Proleter Bakış*

5 Temmuz 2025
Yazılar

Yeni Anayasa Tartışmaları

30 Haziran 2025
Yazılar

Our Polar Star Is One!

25 Haziran 2025
Sonraki Yazı

 TKP/ML: Emperyalizmin ve Siyonizm’in Saldırı ve Savaş Kışkırtıcılığına Dur Diyelim!

Hakkımızda

Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi; işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

2024 Yeni Demokrasi – Yeni Demokrasi’de yer alan yazı, fotoğraf ve haberler kaynak gösterilmek şartıyla kullanılabilir.
Yeni Demokrasi | işçi sınıfı ve emekçilerin, ezilen ulus ve milliyetlerin, geleceksiz bırakılan gençliğin, devrimci tutsakların ve devrimci basının sesidir.

İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz: [email protected]

  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
  • Tüm Haberler

Sonuç yok
Tüm Sonuçları Görüntüle
  • Anasayfa
  • Güncel
  • Emek
  • Ekonomi
  • Dünya
  • Kadın
  • Gençlik
  • Çevre
  • Kültür Sanat
  • Yazılar
    • ANALİZ
    • ANI – ANLATI
    • BİLİM
    • ÇEVİRİ
    • İZLENİM
    • KADIN
    • KOLEKTİF DOĞRULTU
    • MAKALE
    • MEŞA AZADÎ
    • POLİTİK – GÜNDEM
    • TARİHSEL BELLEK
  • Tüm Haberler

Copyleft 2020, dizayn yeni demokrasi
İletişim ve haber göndermek için e-posta adresimiz:[email protected]