Bilimin kapsamının ne olduğuna dair tartışmalar, tüm bilim tarihi içerisinde görece yeni bir tartışmadır. Bunun da temel sebebi, özellikle 19. yüzyıl ile birlikte toplum bilimleri olarak tanımlanan disiplinlerin oluşması ve sistematik hale gelmesi olmaktadır.
“Organik doğada, hiç olmazsa doğrudan doğruya gözlemleyebildiğimiz ölçüde, çok geniş sınırlar içinde oldukça düzenli bir biçimde yinelenen bir süreçler dizisi ile uğraşıyoruz. Aristoteles’ten bu yana, organizma türleri, kabaca aynı kalmıştır. Buna karşılık, toplum tarihinde insanlığın ilkel durumunu taş devri denilen şeyi, aştığımız andan itibaren başlayarak, durumların yenilenmesi kural değil, ayrıklamadır ve bu türlü yinelenmelerin kendini gösterdiği yerde de bu yinelenmeler hiçbir zaman aynı koşullar içinde çıkmazlar. Bütün uygar halklarda toprağın ilkel kolektif mülkiyetine ve bunun ortadan kalkma biçimine rastlanması gibi. Bu nedenle, insanlık tarihi alanında sağlam bilgimiz, biyoloji alanında olduğundan çok daha geridedir.” (Engels, Anti Duhring)
Pozitif bilimlerde yapılan çalışmalarda, bilimsel yöntem kullanmak zorunludur. Aksi halde bilimsel çalışma yürütmek veya sonuçları rasyonel değerlendirmek mümkün değildir. Yine çalışma sonucu, kullandığınız yönteme göre öngörülere cevap verecek veya vermeyecektir. Bilimsel yöntem kullanılsa dahi, tabiatın karmaşık çelişkiler örüntüsü her zaman beklenen sonuçların verilmesi önünde engel teşkil edebilir. Bilimsel yöntem kullanılmaması, pozitif bilimlerde gerçeğin açığa çıkarılması veya yakınsama yapılması sonucuna odaklı çalışma yürütülmesini olanaksız hale getirir. Ancak aynı durum toplumsal yaşama dair yürütülen çalışmalar için geçerli değildir. Pozitif bilimlerden sistemin veya toplumun beklentisi ihtiyaçları karşılayacak ürün ortaya çıkarılması iken, toplumsal alanda yürütülen çalışmalarda beklenti, toplumun bir bütün olarak şekillendirilmesini içermektedir. Bir diğer olgu, toplumsal yapının tabiata göre karmaşık olması ve kısa süreli zaman aralıklarında değişkenlik gösterebilmesidir.
Toplumda var olan çelişkilerde insan bilincinin şekillenişinin doğrudan etken olması, toplum bilimlerinde kullanılan yöntemlerin de karakterini belirler. Bu durum da pozitif bilimler ile bir ayrışım noktası oluşturur. Fizik biliminin alanı içerisindeki herhangi bir gelişmede, bilincin rolü onu tanımlama, değerlendirme ve farklı davranışlar ile ilişkilendirme üzerine şekillenirken, sosyal bilim olarak adlandırılan alanlarda bilincin rolü farklılaşır. Bir bakıma, tarih bilimi yapmak ve tarih alanı arasında büyük bir makas oluşur. Sosyal bilimlerde hakim anlayış, egemen sınıf anlayışıdır. Bu olguyu elbette pozitif bilimlerde de görmek mümkündür. Egemen sınıflar, pozitif bilimleri bir alan içerisine hapsetmeye çalışırlar. Bu alanda üretilen çalışmaların yönünü, kendi mülkiyetlerinde olan üretim araçlarını geliştirmek üzere şekillendirir, bir biçimde sömürüyü arttırmanın aracı haline getirirler. Tüm bunlara rağmen bilimsel çalışmalardan çıkacak sonuçları kabullenmek durumunda kalırlar. Yani, bilimsel bir çalışmadan çıkacak sonuç eğer sistemleri için faydasız olacaksa görmezden gelebilir veya gizleyebilirler. Bu sonucu manipüle etmek ise hem faydasız, hem de gereksiz bir durum oluşturacaktır. Ancak sosyal alanda çalışma yürütülen disiplinlerde bu durumun karşılığı farklı olabilmektedir. Tarihsel bir gerçekliği çarpıtmak, sistemin devamlılığı için önemli bir yer tutabilmektedir. Toplumun değişim dinamiklerine dair gerçekleri gizlemek, sistem açısından hayati olabilmektedir. Hepsinin ötesinde bu müdahalelerin karşılığı vardır, sistem varlığını bir biçimde bu zemin üzerinden devam ettirebilmektedir.
Toplumsal alanın, daha geniş biçimde insan toplumunun hareket yasalarının bir haritasını çıkarmak çeşitli zamanlarda gelişmek kaydı ile mümkündür. Yani toplumsal alana yönelik bilimsel çalışmalar, insan toplumunun gelişiminin önemli bir ayağıdır. Ancak toplumsal yaşamda hareketin temel dayanağının yine çelişki yani sınıf mücadelesi oluşu, bilimsel çalışma alanlarına da sirayet etmektedir. Toplumun gelişim ve değişiminin bilimi, Marksizm-Leninizm-Maoizm’dir. Bu gerçek sistem tarafından yalnızca gölgelenmeye çalışılmamaktadır, aynı zamanda bu gerçek ile savaşılmaktadır. Bu savaşımın, en belirgin örneklerinden biri bilimsel yöntemden yoksun, gerçekleri açığa çıkarmayı değil gölgelemeyi hedefleyen bilim alanları yaratma girişimleridir.
Marksizm’in bilimsel yöntemi ve toplumun ilerleyişine yönelik kapsamlı programına yönelik yürütülen saldırıların zırhı ise sistem tarafından genellikle sosyoloji gibi alanlar üzerinden sağlanmaya çalışılmaktadır. Marksizmin açığa çıkardığı toplumsal yapıya dair kimi gerçekler, sosyoloji parantezine alınarak yeniden açıklanmaya çalışılmaktadır.
Bu başarısız girişimin en temel sorunu, yöntem sorunudur. Sosyolojinin ilk örnek çalışmalarından itibaren, en temel argüman olarak bilimsellik kullanılsa da, kullanılmaya çalışılan yöntem pozitivizmdir. Comte pozitivizmini takip eden, toplumun kendi yapısını, tarihsel ilerleyişini ve değişim sürecini görmezden gelen, neredeyse günlük yaşamda tanık olunan toplumsal gelişmeleri dahi değerlendiremeyecek derecede işlevsiz olan bu yaklaşımın yöntem edinilmesi, sosyoloji alanını neredeyse bilimsel açıdan çalışamaz hale getirmiştir.
Toplumsal alanda ampirik-pozitivist bir yöntemin güdük kalışı, öngörülemez bir durum değildir. Nihayetinde, pozitivizmin sosyal alandaki karşılığı sınıf mücadelesinin gerçek toplumsal hareket üzerindeki rolünün aydınlığa kavuşturulamamasına yol açmaktadır.
Fransız Devrimi ardından yükselişe geçen sosyal bilimlere dair güvensizlik, bilim olup olmadıklarına dair tartışma henüz devam etmektedir. Sosyolojinin pozitivizmi, deney ve gözlem önceleyen yaklaşımlarının toplumsal alanda bir karşılığı olmadığı gibi, tarih gibi alanlarda da bu durum geçerlidir. Öyle ki fiziği olmayan idari bir sınır bile, iki ayrı tarih anlayışı ortaya çıkarabilmektedir. Bu durum, bu disiplinlerin kapsama alanlarının bilimsel bir çalışma yürütülemeyecek alanlar olduğuna dair bir anlayışı beraberinde getirmez. Tarihsel bulgular açığa çıkarmaya yönelik girişimler elbette pozitif bilimlerde var olan kimi yöntemlere ihtiyaç duyabilir. Ancak yalnızca bununla sınırlanamaz. Çünkü önemli olan bulgu edinmek değildir, bu bulgunun nasıl yorumlanacağıdır. İki sınır komşusu devlet arasında geçmişte bir savaşın yaşanmış olmasına dair birçok bulgu bulunabilir. Aynı bulgular üzerinden iki farklı kahramanlık destanı, iki farklı tarihsel çalışma sonucu ortaya çıkabilir. Sırf pozitif bilimlerde kullanılan yöntemlerin kullanılmış olması bu sonuçların her ikisini de bilimsel yapabilir mi? Elbette yapamaz. Yani Comte’un metafiziğin karşısına koyduğu pozitivist yöntem, toplumsal alana uygulandığında yine metafizik sonuçlar çıkarmaktadır.
Bu yöntem, sosyolojiyi ve toplum bilimlerini toplumsal değişim arzusundan yalnızca koparmakla kalmayıp, bir bütün onu toplumsal değişimin karşısında konumlandırdı. Sosyal bilimlerin temel yönelimi artık, gözlemlenebilir veya “elle tutulur” olguları deney ve gözlem yolu ile açıklamak olmuştu. Netliklerin açıklanmasını öncelemek, bu alanların toplumsal değişim karşıtı pozisyonlarını pekiştirirken, toplumun yararına herhangi bir ürün vermelerinin de önüne geçti. Açıklama girişimlerinin eylemle olan birliğini görmezden gelen bir çalışma alanını bilim olarak adlandırmak ise bu gerekçelerle mümkün olmamaktadır. Çünkü “asıl mesele açıklamak değil, değiştirmektir.”
(Devam Edecek)