Bir olaya veyahut olguya (yoksulluk, kâr hırsı gibi) birçok farklı yönden bakabiliriz; bu olayın neresinde olduğumuza, olaydan nasıl etkilendiğimize, olayın yaşamımıza etkisine göre değişir. Hepimizin yaşamına etki eden liranın değer kaybına bakış açıları da aynı bu şekilde farklılık gösterir. Söz gelimi siyasi iktidar için “Dolarla mı maaş alıyorsunuz; dolarla bir işiniz mi var?” şeklinde sembolleşen söylem onların bakış açısını ifade eder. Bizim içinse yoksulluk azalan alım gücümüzdür, çoğalan sıkıntılarımızdır, gelecek kaygısıdır, evsizliktir, borç batağıdır vs. Yoksulluğu açıklamanın birçok yolu var. Bunun için intiharlara, evsizliğe, işsizliğe bakmak yeterli olabilir. Eşitsizlik üzerine kurulu olan kapitalist sistemde bütün bu toplumsal olguların kapsamı genişler; yoksulluk her geçen gün daha fazla büyür. Yoksulluk bir kişinin yoksulluğu veya bir halkın yoksulluğu olarak ele alınabilir. Yoksulluk kapitalizmle büyür; dolar kurunun yarı-sömürge bir ülkede, Türkiye’de büyümesi gibi.
‘UCUZ İŞ GÜCÜ CENNETİ’
Emperyalist şirketler, daha fazla kâr edebilecekleri ve Türkiye’yi ucuz iş gücü alanı olduğu için burada fabrikalar açmakta. Bu fabrikalar aracılığıyla ürettiklerini ise yine Türkiye gibi ülkelere satmakta. Bu fabrikalar, Türkiyeli komprador “ortakların” zenginleşmesine olanak sunarken esas olarak şirketin asıl sahibini yani yabancı sermayedarı büyütür. Türkiyeli aracı sermayedar, üretmek için gereken araçları ithal etmek zorundadır, sistemin bir parçası olarak başka bir şansı yoktur ve bu bağımlılık ilişkisine örnektir. O parçalar satın alındıkça, üretim yapıldıkça her bir üründen daha fazla kazanan uluslararası şirket olacaktır. Aynı bir şirketteki taşeron firma ile ana firma arasındaki ilişki gibi. Başka bir örnek olarak ise Alamos Gold maden şirketinin Kaz Dağları’ndan maden çıkarması verilebilir. Bu noktada devletin rant için, doğrudan bu şirketlerden para alması, köylülerin tarım alanlarının talan edilmesi bir yana, buradan çıkarılan madenin işlendikten sonra tekrardan Türkiye’ye satılması söz konusudur. Bu bağımlılık ilişkileri özel örnekler üzerinde incelenebilir fakat vurgulanması gereken böyle bir ilişkinin ülkede yoksulluğu sürekli olarak arttırdığıdır. 2021 yılında lira, Arjantin Pesosu’na karşı yüzde 2,33’lük bir değer kaybı yaşadı. Arjantin de sürekli olarak ekonomik kriz yaşayan ülkelerden biri olması nedeniyle bu veri dikkat çekici.
‘GERÇEKLEŞMESİ MÜMKÜN OLMAYAN SEFALET PLANI’
Bu süreçte orta burjuvazi için de rekabetin kızıştırılması ve sömürünün arttırılması beklenmekte. Ucuz iş gücü ile üretilecek ürünlerin ihraç edilmesi amaçlanmakta ama Türkiye’de hammadde, makine ve donanım ithal edilmekte. Türkiye üretim sanayisinde 100 liralık bir üretim yapılıyorsa bunun 50 ila 75 lira arasında ithal ara malı hammadde olduğu ifade edilmekte. Yani AKP’nin “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” adını verdiği ekonomi politikalarının anlamı; “işçiye sefalet ücreti”, “işçilerin emeğini daha da değersizleştirme”, “bağımlılık ilişkilerini daha da arttırma”, “ülkeyi ucuz iş gücü cennetine çevirme”dir. Faiz oranlarını düşürerek enflasyonunun yükselmesine neden olan anlayış da budur. Zaten yüksek olan enflasyon, yüksek faizle kısmen düşürülebilir fakat uygulanan politika bunun tersi. Faiz düşürülüp, enflasyon yükseltilmekte. Liranın değer kaybı arttıkça, emperyalist şirketlere de şu mesaj verilmekte: “Bakın burası çok ucuz, istediğiniz yatırımı yapabilirsiniz.”
ASGARİ ÜCRET HER ZAMANKİNDEN DÜŞÜK OLACAK
Asgari ücretin ‘sefalet ücreti’ olarak belirleneceğini yazıya eklemekte fayda var. Çünkü şu anki faiz politikasıyla enflasyonun düşürülmesinin hedeflenmediği açık. Sürekli bir artış söz konusu. Asgari ücret ise enflasyona göre belirlenmekte ve tabii ki TÜİK’in rakamlarına göre. Yani kendi rakamlarına bile güvenmeyen, birçok kesime göre enflasyonun yüzde 40 civarında olduğu söylenirken enflasyonu yüzde 20 bandında açıklayan TÜİK’in rakamlarına göre… Yani her senekine ek olarak bu yıl belirlenen asgari ücretin, enflasyon süreci nedeniyle ‘daha da yetersiz’ olacağını belirtebiliriz. Asgari ücretin taban ücret olduğunu, diğer ücretlere referans teşkil ettiğini yani bütün ücret sisteminin bu ücreti kıstas aldığını, buna bağlı olarak yoksulluğun genişleyeceğini de…
Dolardaki yükseliş bir yandan ülkenin emperyalist sermayeye talana açılmasıyken diğer üretim maliyetlerinin artması demektir. İthal edilen her ürünün, üretim sürecinde kullanılan her ürünün fiyatının artması, gıda ürünlerinin fiyatına yansıtmakta. Türkiye ekonomisi ithalata dayalı olduğu için doların yükselmesi üretim maliyetlerinin de artmasına yol açıyor. Bu da bizim için ekmeğin, sütün, tuvalet kağıdının, benzinin, doğalgazın, elektriğin, suyun ve daha birçok şeyin sürekli zamlanması demek. Bu yıl 1 milyar 400 bin nüfuslu Çin’den daha fazla buğday ithal edildiğini vurgulamak gerekir.
KARABORSA (STOKÇULUK)
Bütün bunların; doların yükselmesi, alım gücünün düşmesi, ucuz iş gücü, kapitalist rekabet vs.nin yanına bir de stokçuluğu, karaborsa ekonomisini ekleyelim. Fiyatlardaki dalgalanmalar nedeniyle birçok şirket ürün stoklamakta. Market zincirler zam gelecek ürünleri stoklayarak zammın ardından piyasaya sürmekte. Böylece doların yükselmesini lehine kullanmakta. Aynı şekilde market zincirler kur yükselmeden aldığı ürünleri anlık fiyat değişimlerine yansıtmasıyla da kâr elde etmekte. Birçok market temel gıda ürünlerinin satışına kota getirdi. Büyük fırın tekelleri un stokluyor. Amaçları, elde etmeyi planladıkları cironun altına düşmemek, kârlarını arttırmak. Olguya kendi bulundukları noktadan bakıp konumlanıyorlar ve olan yine halka oluyor. Maaşı sabit olan, asgari ücretle geçinmek zorunda olan halk bu hesapları yapmaz. Ciro derdi onun değildir. Sürekli yükselen fiyatlar yoksulluğun sınırlarını daha genişletir. Biz ise bu olguya kendi durduğumuz yerden bakmalıyız. Bizim için hesabı yapılacak olan bir avuç asalağın egemenliğine karşı örgütlenmek olmalıdır.
Herkesin eşit sosyal ve ekonomik haklara sahip olduğu teorize edilen kapitalizmin çürümüşlüğü, kriz ve rekabetin artmasıyla daha belirgin olarak ortaya çıkmış oldu. Krizin, ranta dayalı ekonomik rekabetin, kâr hırsının sonuçları işçilere ve emekçilere yıkıldı, yıkılmakta. Asgari Ücret Komisyonu’nun, işçilerin yaşamından uzak, sermayenin çıkarlarını gözeterek girdiği süreçte, işçinin daha düşük ücretlere mahkûm edilmesi hedeflenmekte. Türkiye işçi sınıfına reva görülmek istenen sefalet ücreti de bu sistemin bir ürünüdür. Sefalet ücretine karşı örgütlenerek hakkımız olanı, insanca bir yaşamı kazanmak için mücadele etmek önümüzde durmakta. Bizi sürekli olarak yoksullaştıran kapitalist-emperyalist sistem ancak ona karşı haklarımızı savunmakla, bunun için örgütlü bir mücadele ile yıkılabilir.