Biyolojik faaliyetlerimizden, bugünkü devasa üretim faaliyetlerine kadar tüm hareketimizin belirli bir miktarda enerjiye ihtiyaç duyduğu açıktır. Yoğun faaliyet, beraberinde büyük bir enerji kaynağı ihtiyacını getirir. Vücudumuzun gündelik faaliyetlerinden buzdolabımızın çalışmasına, ısınma ve beslenme gibi temel ihtiyaçlarımıza kadar tüm faaliyetler, özünde bir enerji alışverişi gerektirir.
Enerji ve faaliyet arasındaki bu bağımlılık durumu, Newton’un yasalarından beri ve hatta daha öncesinden zaten bilinmektedir. Newton’a göre enerji, bir sistemin iş yapabilme kapasitesiydi. Ancak zaman ilerledikçe enerji tanımı da gelişti. Görelilik teorileri ile birlikte, enerjinin yalnızca bir madde kümesi sisteminin iş kapasitesi değil, aynı zamanda madde ile eşdeğerliği olduğunu da görmüş olduk.
Bugün için, tüm kuvvetlerden arındırılmış bir vakum alanında, hayal edilebilecek en boş uzay ortamında dahi, potansiyel veya daha doğru tanımla sanal parçacıkların sürekli olarak karşıtları ile birlikte ortaya çıkıp kısa süre içinde birbirlerini yok ettikleri bir döngü olduğunu biliyoruz. Bu sanal parçacıklar tek başlarına ortaya çıkamayacaklardır, bir sanal elektronun ortaya çıkabilmesi için bir başka sanal pozitronun da yani zıt parçacığının da ortaya çıkması gerekecektir. Bu iki sanal parçacık saniyenin milyarlarca kat küçük bir diliminde birbirlerini yok edeceklerdir. Ancak yalnızca herhangi bir engel olmaması halinde bu durum geçerlidir. Yani bu vakum ortamına bir değişken eklendiği takdirde, sanal parçacıklar birbirini yok edecek yolu bulamayabilir, böylece birer gerçek parçacığa dönüşebilir. Böylece artık iş, yani hareket elde edebileceğimiz bir ilkel küme elde edilmiş olur.
Bir madde kümesine enerji eklendiğinde, o kümenin kütlesi de artırılır. Dolayısı ile artık başlangıçtaki potansiyelinden daha yüksek bir potansiyel elde edilir. Bu kümenin niteliğine göre eklenen enerji, kümede nitelik değişimine veya var olan maddelerin enerjiye dönüşümüne yol açabilir. Burada unutmamamız gereken tek olgu, bir sisteme dışarıdan ne kadar enerji veya madde eklersek ekleyelim, iş sonucunda ortaya çıkan kütle ve başlangıçtaki kütle her zaman aynı olmak zorundadır. Yalnızca,küme içerisindeki enerji ve maddenin birbirine dönüşebilir olması durumundan söz edebiliriz. Bir x kütleye sahip madde kümesine, y miktarda kütleye sahip enerji eklersek sonuçta elde edeceğimiz kütle yine x+y olmak zorundadır. Ancak x+y kütlesi içerisindeki enerji ve maddeden hangisinin daha yoğun olma durumu değişebilir, tabiatta enerji ve madde arasında yalnızca bu biçimde bir değişime izin verebilir. Daha ekstrem durumlarda, örneğin karadelikler gibi koşullarda ise madde-enerji-uzay zaman arasındaki gibi bir dönüşüm de mevcuttur. Bu durum elbette birebir tanık olabileceğimiz veya hayatımızın temel olgularından değildir. Günlük yaşantı enerji-madde, madde-madde veya enerji-enerji dönüşümü neticesinde ilerler, bu dönüşüm ve değişim neticesinde vardır, bugün vardığımız noktada bu değişim, sürdürülebilir yaşamın temel faktörlerinden biridir. Bu değişim durumu ise faaliyet veya iş dediğimiz durumun ta kendisidir.
Enerji ve Üretim Faaliyetinin Gelişimi
Eğer bir alanda hareketten bahsedebiliyorsak bu alanda bir çelişkinin yani belirli bir iş kapasitesinin olduğunu da varsayabiliriz. İnsanlar, en ilkel çağlardan bu yana, her ne kadar bu ilkelere ve prensiplere detaylı biçimde hâkim olmasa da ve “neden?” sorusuna verecek daha az cevabı olduğu dönemlerde dahi, bu prensiplere uygun faaliyetleri tecrübe yoluyla gerçekleştirebilmekteydi.
Enerjinin günlük faaliyetlerde doğrudan kullanımına temel ihtiyaçların yol açtığını bilmekteyiz. Örneğin soğuktan korunmak veya beslenmek için ısı enerjisinin kullanımına, yeryüzünde henüz başka insan türlerinin var olduğu dönemlerden beri yani yüz binlerce yıl öncesinden başlandığına dair ciddi kanıtlar mevcuttur. İnsanların günlük faaliyetlerini geliştirmek için kullandıkları enerji kaynakları, toplumsal gelişimin de temel dayanaklarından biri olmuştur.
İlk çağlarda insanlar, çeşitli gerekçelerin yanması sonucu ısı enerjisinin ortaya çıktığını ve bu ısı enerjisinin çeşitli kullanım alanlarının varlığını deneyimlemişti. Zaman içerisinde daha kolay ve daha uzun süre bu enerjinin ortaya çıkmasına yol açan maddeler, toplumsal yaşama ve üretime girmeye başlamıştı. Ancak metalürjik faaliyetlerin, yani elementlerin eritilerek alaşımlar elde edilmeye başlaması ile birlikte kömür gibi daha uzun süre ve daha güçlü biçimde yanan maddelere yönelik talep de başlamıştı. Bugünkü arkeolojik kalıntılara göre Çin’de Tunç Çağına yani çeşitli metal alaşımlarının yapılmaya başladığı çağlarda, kömür madenciliğinin başlamış olabileceği düşünülmektedir. Kömür yaklaşık 300 milyon yıl öncesinde, karbonifer döneminde büyük ormanların bataklıklar içerisinde yoğun biçimde yüksek basınç ve sıcaklık altında kalmaları ile oluşmuştur. Bu madenlerin oluşumu milyonlarca yıl sürerken bugün hayatımızda daha önemli bir yer tutan kömürün bilinçli çıkarım faaliyetlerine, binlerce yıl öncesinden başlanmıştı.
Zaman içerisinde, özellikle metal eritme ve şekil verme işlemlerinde kullanılan kömür, sanayinin gelişimi ile birlikte daha büyük bir ihtiyaç haline gelmişti. Çünkü buhar makinesi, çalışmak için ihtiyaç duyduğu mekanik enerjiyi esasta kömür yakarak elde etmekteydi. Kömürün yakılması ile kazandaki su ısıtılarak ısı ortaya çıkarılmakta, ısı altında ise su gaz haline dönüşmeye zorlanır. Ortaya çıkan sıcak gaz, makine içerisindeki bir başka bölüme geçiş yaptığında ise sıcaklık farkının negatif yönlü olması sebebi ile hızla sıvı hale gelmeye başlar. Bu geçişin vakum etkisi yaratması ile birlikte mekanik enerji ortaya çıkarmış olur. Yani, ısı enerjisi mekanik enerjiye dönüşür.
Bu dönem ile birlikte buhar makinelerinin sanayiden gemiciliğe kadar yaşamın çok geniş bir bölümüne yayılması ve sanayide yaşanan atılım ile birlikte kömür ve diğer fosil yakıtların edinimine daha fazla ihtiyaç olunmaya başlamıştı. Elektriğin sanayide yaygın biçimde kullanılması ile birlikte ise doğal gaz ve kömür gibi maddeler vazgeçilmez hale getirilmiştir. Sanayide kullanacak elektriğin üretilmesi yani enerji sağlanmasının en önemli unsuru fosil yakıtlar haline gelmiştir.
Termik santraller, yoğun biçimde fosil yakıt tüketimi yapılarak ısı enerjisi ve sıcak buhar üretimini, bu buhar yolu ile türbinlerin döndürülmesi yolu ile birlikte elektrik enerjisi üretilmesini sağlar. İlk önce yakıt olarak kömür yakılır, kazan içerisindeki sudan buhar üretilir, kazandan tahliye olan kızdırılmış buhar türbine ulaşır ve onu döndürerek mekanik enerji üretir. Bu aşamada buharın bir kısmı yeniden suya dönüştürülmek üzere kondanser ve soğutma kulesi bölümlerine aktarılır, ortaya çıkan mekanik enerji ise alternatör diye adlandırılan, mekanik enerjiden elektrik enerjisi ortaya çıkaran bölüme aktarılır. Burada oluşturulan alternatif akım, trafolara aktarılır. Her ne kadar yakıt olarak dizel ve nükleer faaliyetleri esas alan santraller bulunsa da en yaygın olan termik santraller kömürle çalışan santrallerdir. Bu santraller ucuz ve bol bulunan kaynaklarla, yüksek, sürekli ve ucuz maliyetli üretim sağlar. Türkiye’de bulunan santraller de büyük oranda bu prensibe bağlı çalışır.
1882 yılından bu yana dünya sanayisinin en önemli enerji üreticisi olan termik santraller, çevreye ve insan sağlığına yoğun olumsuz etkilerine rağmen, henüz daha enerji üretiminde vazgeçilmez bir pozisyon almaya devam etmektedir. Her ne kadar son yıllarda çevre üzerindeki olumsuz etkilerinden kaynaklı fosil yakıt tüketiminin sınırlandırılması ve elektrik üretiminde farklı kaynak arayışlarının bulunduğuna dair bir izlenim verilse de fosil yakıtlar ve özellikle kömür en önemli kaynaklardan birisi olarak varlığını koruyor, üretim ve tüketiminde artış eğilimi devam ediyor. Günlük hayatımıza sirayet eden araçların elektrik enerjisi ile çalışması, düşük enerji sınıflandırmasına sahip eşyaların kullanımı yaygınlaşsa da bu aletlerin çalışması için gereken elektrik enerjisinin üretilmesinde fosil kaynaklara duyulan ihtiyaçta ciddi bir azalma gözlenememektedir. Aynı zamanda bu kaynakların çevreye verdiği zararın azaltılmasına yönelik de kayda değer bir çalışma görülmemektedir. Termik santraller dünya atmosferine, dolayısıyla su döngüsüne katılarak su kaynaklarına ve toprağa, neticede tüm canlılığa zararlı olacak ağır sera gazlarının ve zehirli atıkların salınımına sebep olmaktadır. Bu santraller tarafından salınan kükürtdioksit, azotoksit, karbonmonoksit gibi gazlar, ağır sera gazlarıdır. Küresel ısınma gibi büyük ve uzun süreli çevre sorunlarının temelinde bu ağır gazlar ile birlikte atmosferin dünya üzerini bir fırın gibi sarmasına yol açar. Kükürtdioksit ve azotoksit atmosferde sülfürik asit ve nitrik asidin oluşmasına sebep olur, günümüz çevre felaketleri arasında yer alan asit yağmurları da bu sebeple oluşur. Ayrıca ozon tabakası gibi atmosfer katmanlarına da zarar veren bu gazlar, bir yandan dünya yüzeyine daha fazla, yüksek enerjili ve zararlı ışınların geçmesini sağlayarak yeryüzünü kavururken diğer yandan ağır atmosfer sebebi ile enerjisi düşmüş ışınların uzaya geri yansımasını engelleyerek fırın etkisi yaratır. Bu durumda, yoğunlaşan atmosfer ile birlikte yeryüzünün ısısı da artmaktadır. Bu biçimde bir gidişatın canlı yaşamını büyük ölçüde tehdit altına aldığı bir gerçektir, sürekli ağır gazlara bürünen bir atmosfere sahip gezegenimizin iklimi Venüs şartlarına dönüşebilir; yüzeyde yüzlerce derece sıcaklığa ulaşılan kavurucu ve canlı yaşamına müsaade etmeyecek bir iklime dönüşebilir. Ancak gerici sistem bu olgu ile ilgilenmemekte, göstermelik önlemler haricinde ciddi bir dönüşüme gitmemektedir.
Emperyalist Çekişme ve Enerji İhtiyacında Artış
İklim krizine yönelik ortaya atılan göstermelik önlemlerin bir yönü kamuoyunu aldatmak olsa da diğer yandan bu önlemler aracılığı ile emperyalist rekabet de sürdürülmektedir. Yeşil dönüşüm adı altında sunulan önlemler askıda kalmakta, mevcut faaliyetler tabiata ve insan geleceğine riskler biriktirmeye devam ederken diğer yandan alınan önlemler ise emperyalistlerin kısa vadeli politikalarının insafına bırakılmaktadır. Küresel iklim anlaşmaları çerçevesinde sunulan öneriler ve hayata geçirilmesine dair atılan/atılamayan adımlar bunun en büyük örneğidir.
Dünya çapında elektrik üretiminde en yaygın kullanılan kaynağın kömür olduğu bilinen bir gerçektir. Özellikle Çin bu konuda lider pozisyonda olup, Hindistan ve Almanya gibi ülkeler de ilk sıralarda yer almaktadır. Çin’in aynı zamanda en büyük kömür üreticisi olması, hem kaynak hem de tüketimde lider durumda olması elektrik üretiminde bu tercihini öncelikli tutmasını da beraberinde getirmektedir. Üretim devi olan Çin’in, devasa üretim sanayiini beslemek için, sürekli ve büyük ölçekli elektrik üretimi sağlayan bu santralleri sürekli olarak aktif tutması ile birlikte büyük miktarda sera gazı salınımı da gerçekleştirilmektedir. İklim anlaşmaları sürecinde Çin’in fosil yakıtlara bağımlı sanayisini dizginlemek adına bu kaynakların kullanımının sınırlanmasına yönelik öneriler ortaya atılmış ancak Çin bu konuda geçerli adımlar atmaktan kaçınmıştır. Her ne kadar yenilebilir enerjide de ciddi adımlar atılmasına rağmen, bu kaynaklardan edinilen enerji Çin sanayisinin yalnızca küçük bir bölümüne yetecek, şeffaflığı ve sürekliliği tartışmalı, uzun vadeli bir proje olarak kalmıştır. Öyle ki Çin sosyal emperyalizminin emperyalist rekabette kendisini öne çıkarmak için sürekli mal ve emtia üretimini beslemek adına var olan kömür santrallerini kaldırmak bir yana, onlarca yeni santralin yapımına başlanmıştır. 2027 yılına kadar, yeni santrallerin yapımına onay verilirken bunun yenilenebilir enerji kaynaklarına bir yedek görevi göreceği açıklanmıştır.
Bir diğer yandan ABD emperyalizminin Trump yönetimi ile birlikte anakarada üretimi yoğunlaştırma ve geliştirme hamleleri ile paralel olarak ucuz elektrik üretimi sağlayan yeni santrallerin oluşturulmasına yönelik çağrı yapıldı. Bununla birlikte ABD’de var olan 60’ın üzerinde santrale, 2 yıllık hava kirliliğini azaltma faaliyetlerinden ve önlemlerinden muafiyet getirilerek sera gazı salınımını engellemeye yönelik atılması zorunlu adımları ortadan kaldırdı. İklim Anlaşması’ndan zaten çekilmiş olan ABD, bu yol ile ucuz elektrik üretiminin sağlanacağı ve gerek görülmesi halinde bu santrallerin çoğaltılacağına dair açıklamalarda bulundu. Son olarak ise yine bu açıklamalarla uyumlu biçimde kömür üretiminin artırılmasına yönelik Başkanlık Kararnamesinin imzalandığı açıklandı.
Emperyalistler “temiz” enerji kaynakları olarak adlandırdıkları enerji kaynaklarına yönelmekten vazgeçtiklerini duyuruyor. Kömür üretimi ve kullanımının son yıllarda özellikle pandemi sonrasında arttığı zaten bilinirken gittikçe artmaya devam edeceğini de ilan etmektedirler. Zaten dünya karbon salınımının iki büyük faktörü Çin ve ABD emperyalistlerinin bu yönlü bir değişime gitmemesi halinde ve sera gazı salınımlarını artırmaları halinde, iklim felaketlerinin daha yakın bir geleceğe çekilmeye başlandığını da bilmek gerekmektedir.
Temiz enerji olarak adlandırılan füzyon enerjisi gibi enerji kaynakları da her ne kadar propagandası yapıldığı biçimde “temiz” olmamakla birlikte, temiz-kirli enerji kaynağı ayrımında esas unsurun bu enerji kaynaklarını kontrol eden egemenler olduğunu bilmek gerekmektedir. Neticede kömürden elektrik üretiminde de uygun teknolojik donanım ile birlikte sera gazı salınımı ve çevre kirliliğini minimuma indirmek mümkündür. Ancak emperyalistler bunu sağlamak bir yana dursun, Trump’ın açıklamasında olduğu gibi var olan kısıtlamaları da kaldırarak en düşük maliyeti ve en yoğun kirliliği sağlamanın peşindedir. Emperyalist rekabet uzun veya kısa vadede gezegeni yok edecek adımlar atılmasını zorunlu kılıyorsa, onlar bu adımları tabiatları gereği atmaktan geri durmamaktadır. Bir diğer yandan en temiz enerji kaynağı bile egemen sınıfların elinde bir biçimde insanlığı tehdit edecek bir unsur haline gelebilmektedir. Nükleer enerjinin barındırdığı tehlikeler bunun örneğidir.
Üretimin artırılması ve bu alanda süren çekişme doğal olarak enerji kaynaklarının artırılmasına yönelik adımları da beraberinde getirmektedir. Kapitalist sistem doğası gereği aşırı üretim sistemi olmakla birlikte, aynı zamanda birbirlerinin enerji kaynaklarının sabote edilmesi veya sınırlandırılmaya çalışılması da bu çekişmenin ürünüdür. Bu sebeple mevcut sistem, tüm bu kaynakların hoyratça kullanılmasını ve bir mücadele aracına dönüşmesini sağlamaktadır. Bunu yaparken de geleceğimizi adım adım yok etmektedirler. Bilmemiz gereken, mesele temiz enerji veya yeşil kaynaklara yönelme sorunu değil; bu sistemin ortadan kaldırılma sorunudur. Çünkü en temiz görünen kaynak dahi, egemenlerin elinde geleceği tehdit eden bir silaha dönüşmektedir.