30 Ekim-9 Kasım 2020’de Aliboğazı’nda Deniz (Cumhur Sinan Oktulmuş) yoldaşın önderliğindeki gerilla birliğine yönelik faşizmin gerçekleştirdiği operasyonda Cumhur Sinan Oktulmuş ölümsüzleşmişti. Eylül, Ekim ve Kasım ayında Halk Savaşının kurmayı Proletarya Partisi’nin çok ciddi kayıpları söz konusu olmuştur. MK üyesi Nubar ile birlikte komutanlardan Rosa, Dersim Bölge Komutanı ve Proletarya Partisi’nin kadrolarından Özgür ile birlikte Halk Savaşçısı Asmin ve son olarak Bölge Komutanlığı üyesi ve Proletarya Partisi kadrolarından Deniz ölümsüzleşmiştir. Verilen kayıpların niceliği yanında özellikle niteliği dikkat çekicidir.
Devrimci hatta tutunmaya yönelik dahi ciddi bir tasfiyenin olduğu, iddialı konumlanışın yıkıcı bir ideolojik erozyona maruz kaldığı, devlete karşı silah elde savaşa tutuşmanın “zor ve delilik” sayıldığı, sınıf mücadelesindeki hareketin geri düzeylere çekilmesi ve bir dizi tarihsel koşulların gericiliğe avantaj sağladığı koşullarda faşizmin, silahlı mücadeleye gözü dönmüş ve ağır, kanlı bir saldırıyı körüklediği bir dönemde Proletarya Partisi’nin kadrosal düzeyde bu sürece barikat olması bir çok açıdan anlamlıdır. Kayıpların nicelik yanında nitelik düzeyi, aynı zamanda savaş ve mücadele çizgisinin de aynı nitelikte örülme iradesine işaret etmektedir.
Zira hem parti, hem ölümsüzleşen kadrolar ve savaşçılar; deneyimli, birikimli, donanımlı ve davaya bağlı kadroların kolay yetişmediğini çok iyi bilmektedir. Bu bilme durumu sadece “hariçten gazel okumak” değil bizzat yaşamın gerçekliğinden, sınıf savaşı için ortaya çıkan ihtiyaçlardan, bu savaşı yürüten özne olmasından kaynaklı bir kavrayıştır. Yani parti, kadroları ve ölümsüzleşen yoldaşlar kadar, bir kadronun önemini, kıymetini, hangi ihtiyaca yanıt olduğunu, nasıl yetişip piştiğini ve bir düzeye geldiğini kimse bilemez. Bu bağlamda ölümsüzleşen yoldaşlar, savaşı geliştirirken kendilerini koruma bilinciyle hareket etme zorunluluğunun farkındadır. Yine aynı şekilde parti, kadroları, militan ve taraftarları ile bir bütün olarak bu tür kayıpların ne düzeyde önemli ne boyutta boşluk bırakacağını hissedecek kadar meselenin ciddiyetindedir.
Bu durum ve gerçeklik partinin, savaşın, devrimin ihtiyaçlarını ruhunda, benliğinde, tam da dövüşün ortasında hissetmeye yol açmaktadır. Bunun yakıcılığını; kaybı verenler, onları yakından tanıyanlar, onların yoldaşı olanlar ve toplamında şehitlerin bizzat birikimini-deneyimini-emeğini içine kattığı örgütü kadar kimsenin hissedemeyeceği açıktır. Ölümsüz yoldaşlarımız gerçekti, kavgayı büyütme çabasında, örgütü genişletme, partinin sorunlarına çare üretme, teorik-politik ve pratik katkıda, düşmanı aşındırma noktasında olabildiğince somut, berrak ve hissedilir şekilde vardılar, hissedilir bir şekilde partisi ve yoldaşları tarafından ihtiyaç duyulan özneydiler. Onların nasıl bir ihtiyacı, gereksinimi karşıladığı ve ortak davaya dair katkılar sunduğunu omuz başındaki, yanı başındaki, bir an dahi tereddüt etmeden canını verecek yoldaşlarından öte kimse bilemez.
ŞEHİTLERİMİZİN MİRASINI ANLAMAK, PROLETER DEVRİMCİLİĞİ KUŞANMAKLA MÜMKÜNDÜR!
Kavgada ölümsüzleşenlerimizin kaybı üzerinden, kimi kesimler, karnından konuşarak, kimi kesimler açık bir şekilde “kadrolar kolay yetişmiyor ve bu süreçte bu kayıplar maceracılık, devrimin uzun soluklu bir iş olduğunu göz ardı eden bir çizgi” ya da “düşmanın bu derece güçlü olduğu koşullarda bu kayıplar göz göre göre intihar” diyerek Proletarya Partisi’ne, inançla ve iradeyle ölümsüzleşen yoldaşlara “akıl vermeye” dönüyor ve kitlelerin duyarlılığına değil duygusallığına oynanarak kitlelerin soruna bakış açısına zayıflık katıyor. Yine “devrime” ve “halkın sorunlarına duyarlılık” adı altında kimi kesimler, savaş çizgisini yürüten iradenin “ölü seviciliği” ve sınıf mücadelesinin gerçek sorunlarını “şehit”ler üzerinden hamaset yaparak örtmeye çalıştığı eleştirisi yapmaktadır. Tarihte düşmanın azgınlaştığı, sınıf mücadelesinin geriye çekildiği ve kayıpların yoğunlaştığı dönemde bu türkü hep söylenmiştir. Ve şimdi biraz daha cüretli, hatta kendi gerçekliğine gerekçe yaratmayı da içerecek şekilde fısıltıyla ya da “açık yüreklilikle” ifade ediliyor.
Öncelikle komünistlerin kavgada ölümsüzleşen devrimci ve komünistlerle ilişkilenmesi asla “ölü sevicilik” üzerinden gerçekleşmedi. Ölümsüzleşenlerimiz diyalektik-tarihsel materyalizmin bakış açısından bakıldığında; yaşadıkları, yaşattıkları, katkıları ve kavganın tam ortasında üretip sundukları ile kimliklerini kazanırlar, var olurlar ve bu gerçekler üzerinden sahiplenilirler. Komünist hareket, ölümü kutsama üzerinden var olmaz, olamaz. Ölümü göze alacak şekilde, kendinden vazgeçme halinin yaşarken var ettiği birikim, deneyim ve kolektife kattığı şey ile onurlanır, övünür ve ölümle birlikte bunun tarihsel anlamda vücut bulduğunu bilir.
Bunu “ölü sevicilik” “ölümü kutsama” diye yargılamak, ancak kendinden vazgeçmeyen, kendini merkeze koyarak yaşayan dar bir mülkiyetçi bakış açısının ürünü olabilir. Bu bakış açısı duygulara hitap etmeyi başarır. Çünkü gelişmeleri, sadece ölüm kadar gerçek olan ve aynı zamanda geçici olan yaşamı kutsayarak, ne pahasına olursa olsun “yaşam seviciliği” yapma durumuna düşmektedir. Bu yaklaşım, ölümü anlamlandıramadığı gibi yaşamı da anlamlandıramayan bir özel mülkiyetçilik kuşatması altında kalmıştır. Bu anlayışın yaşarken hayatı üretmesi kuşkusuz güdük, zayıf ve yetersiz olacaktır.
Bu güdük, zayıf ve burjuvazinin ideolojik kuşatması altında üretilen argümanlar, devrimin ziyafet sofrası olmadığını anlamayanların argümanı olarak tarihte mahkum edilmiştir ve hükümsüzlüğü ispatlanmıştır. Şehitlerimiz sınıf mücadelesine dair en duyarlı dokunuşları, en belirgin vurguları yapan öznelerdir. İçinden geçilen sürece, geleceğe dair politik okumaya, tarihsel bilince ve yönelime dair kavrayışı en güçlü gerçekleştiren ve buna en önemli katkıları sunan ölümsüz yoldaşlarımız olmaktadır. Bu, tereddütsüz bir şekilde bunun için can verme ile somutlanır. Bu eksende kavgaya girerken, kavgayı sürdürürken, davanın sürekliliğini sağlarken ne düşenlerimiz ne de onların “daha iyi yapın” diye talimat verdiği ardılları, soruna duygusal yaklaşmaz. Zira duygusallık gelişmelerden ve yaşananlardan etkilenerek, kendisine ve dar örgütsel hesaplara yönelik sonuçları önemseyerek hareket etmeyi getirir. Bu durum iç kargaşayı, gel-gitleri, sağ ve sol sapmaları doğuran sonuçlara neden olur. Öznel ile nesnel olanın uyumsuzluğu bu durumda kaçınılmaz olacağı gibi, oluşan şekilleniş, küçük-burjuvazinin sınıfsal olarak mülkiyetçiliğine, ideolojik olarak dar hesapçılığına, politik olarak maceracılığına ya da yılgınlığına neden olur.
Bizler ise sorunu, devrim için, proletaryanın tarihsel çıkarları ekseninde, sınıf mücadelesinin karşısında partinin önder olan rolüne yönelik bir duyarlılık ve sahiplenme ile ele alırız. Zira bu duyarlılık hali ve soruna duyarlı kılıp bunu politik-ideolojik bir güç haline getirme meselesi, sorunun kendisine ya da dar örgütsel hesaplarına yönelik etkisini değil, sınıf mücadelesine ve halkın çıkarlarına etkisi ve partinin tarihsel rolüne yönelik politik-ideolojik tesiri yönüyle bakarız. Yine gelişmenin ve olan şeyin, sınıf mücadelesine etkisi, etrafını kuşatan sorunlara müdahilliği, belirlenen çizgiye tesiri ve süreci karşılama olanaklarına odaklanırız. Bu eksende sorunu değerlendirir, etkilerini örgütlemeye çalışır, anlık hesaplardan genel çizgiye yönelik üreteceği sonuçlara bakar ve bu duruma uygun olarak düzenleme ve biçim verme çabasına gireriz. Parti yaşanan kayıplara, şehitlerimizin hangi süreçte nasıl ve ne biçimde duruş sergilediğine dair bu anlamda duygusal yaklaşmaz, dar hesaplar ve var olma kaygısı ile yaklaşmaz, sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve gereksinimleri doğrultusunda en yüksek duyarlılıkla yaklaşır. Bu tutum proletaryanın kendini de yok etmeye kodlanmış sınıf bilincine, ideolojik olarak hesapsız duruşa, politik olarak içinden geçilen sürecin ihtiyaçlarının kavranmasına odaklanmış bir şekillenişe yol açar.
Ölümsüzleşen yoldaşlarımız bu şekilde bir biçimleniş içinde olup süreci karşılamaya, tasfiyeciliğe meydan okumaya çalışırken, partimiz de bunun tarihsel birikimi, yönlendiricisi ve önderi olarak yön veren bir konumlanışa kendisini demirler. Bu yaklaşım bizi konsantre bir sorumluluk, şehitlerimizi layıkıyla sahiplenme, çelişkileri çözmeye kodlanmış ve partiyi politik bir güç haline getirmeye endeksli olacak şekilde sınıf mücadelesiyle kaynaşmaya götürecektir. Bu bağlamda Halk Savaşında verdiğimiz kayıplar, tepeden tırnağa bir politik kavrayış, ideolojik bir netlik ve geleceği kazanmaya yönelik bir duruş olarak görülmeli, tanımlanmalı ve kavranmalıdır. Başka türlü bir kavrayış oportünizme, tasfiyeciliğe kapıların aralanması anlamına gelecektir.
FAŞİZMİ TARİHSEL HAKLILIĞIMIZLA VE HALKIN ÖRGÜTLÜ GÜCÜYLE MAHKUM EDİP, YIKACAĞIZ!
Yaşanan kayıplar, verilen şehitlerimiz faşist diktatörlüğü ise ciddi bir “zafer” sarhoşluğuna sürüklemiştir. “Bu yıl terörün kökünü kazıyacağız, kazıdık” cümleleri faşist diktatörlüğün en yetkili ağzından düşmemektedir. Ulusal hareketin gerilla mücadelesine karşı zafer çığlıkları daha üst perdeden atılırken, partimizin de “artık can çekiştiği ve son kişi kalmamacasına sürecin devam ettiği” belirtilmektedir.
Faşist diktatörlüğün İçişleri Bakanı faşist Süleyman Soylu, “Allah nasip ederse 2021 yılında şu tarihlere geldiğimizde terör örgütünün Türkiye’de kalan fertlerinin teslim olduğunu, teslim olmayanların ya kaçtıklarını ya da etkisiz hale getirildiklerini Cenabı Allah’ın bize göstereceği inancındayım.” (19 Kasım-basından) “Bu topraklarda bir tek terörist kalmayacak. Bu toprakların çocukları doktor, öğretmen olacak” (22 Kasım-Basından) şeklinde açıklamalarla, psikolojik savaşı tırmandırmakta, zafer çığlıkları atmaktadır.
Bu açıklamaların, tarihleri değişerek aynısını yaklaşık yarım asırdır ve son 35 yıldır onlarca başbakan, bakan ve üst düzey devlet görevlilerinden duymaktayız. Süleyman Soylu, 2018’de de bir sonraki yıl için aynı vaatlerde bulunmuştu. Süleyman Soylu’yu tarih yargılamakta ve söylediklerini açık şekilde mahkum etmektedir. Gerçekler Soylu’nun karşısında başka bir dil kullanmakta, başka bir haykırışa neden olmaktadır. Gerilla karşısında kazanılmış her başarının sadece geçici olduğu, gerillanın verdiği her kaybın savaşın işleyen kuralına dair keskin ve net bir hatırlatmayı içerdiği açıktır. Hiç kuşkusuz Süleyman Soylu’nun ve tüm gerici egemen sınıfların teknolojik üstünlüğün getirdiği sarhoşlukla, idealizmle, “savaşta insanın dinamik rolü”nü yok sayması onların en büyük zaafı ve zayıf karnıdır. Zira savaşta “insanın dinamik rolü” Soylu ve onun gibi tüm gericileri ileri ve haklı olanın karşısında mahkum etmiştir.
Zayıf gücün güçlü olanı eritmesini hedefleyen haklılık temelinde şekillenen gerilla mücadelesi karşısında haksız savaş ve onun dayanağı olan ve korkaklığın örtüsü haline gelen teknolojik donanım mahkum olacaktır.
Proletarya Partisi, gelişmeler karşısında Halk Savaşı stratejisini daha güçlü ve daha etkili hale getirerek, daha ileri düzeyde örgütlenmiş, tarihsel haklılığının bilincini daha fazla kuşanmış olarak “zafer çığlıklarını” egemenlerin boğazına dizecek donanım, deneyim ve güce sahiptir. 1970’lerin başında 15-16 Haziran başta olmak üzere işçi-köylü-öğrenci hareketinin üstüne tüm devlet aygıtıyla saldırıya geçildiğinde, 1977 1 Mayıs’ında ve daha sonraki bir çok 1 Mayıs’ta katliamlar yapıldığında, 12 Eylül’de halk yığınları ve devrimciler katledilip-işkencelerden geçirilip sindirilmeye çalışıldığında, 90’larda sokak infazlarıyla köyleri ve gerillanın yaşam alanı ormanları yok ederek tümden imha savaşı örgütlendiğinde, 2000’lerde “hayata dönüş operasyonlarıyla” devrimci tutsaklar yakılarak-kurşunlandığında, serhildanlarda “çocuk ve kadın da olsa” denilerek katliamlar yapıldığında, Roboski’de köylüler F-16’larla bombalandığında bu zafer çığlıkları başka faşist figürlerden, başka seslerden ama aynı ton ve iddiayla haykırılmıştı.
Devrimci hareketin tarihi de bu sözleri duymakla, bu tehditleri dinlemekle yetkinleşti, deneyim kazandı ve bu sözlerin karşılığının tarih karşısındaki hükümsüzlüğünü bir kavrayışa çevirdi. 1971 silahlı devrimci çıkışında Mahirler, Denizler, Sinanlar katledildiğinde, 1980’lerde devrimci hareketin ağır şekilde darbelenmesinde, 1990’larda ulusal hareketin binlerce gerilla kaybında, 1990’da Dev-Sol’un onlarca kadrosunun imha edilmesinde, 1990’nın ikinci döneminde binlerce devrimcinin katledilmesi ve tutuklanmasında, 2005’de 17’lerin acımasız şekilde Mercanlarda imhasında ve daha onlarca kayıpta faşizmin “kazıdık, kökünü getirdik” haykırışlarını duyduk.
Parti de 48 yıllık deneyimiyle başına gelenlerden ve gelmiş olanlardan bu zafer çığlıklarının anlamını iyi bilmektedir. 1973’de kuramcı ve kurucu Önderi Kaypakkaya işkencehanelerde katledildiğinde, 1981-84 arasında onlarca kadronun katledilmesi ve tutuklanmasında TV’lerde “teslim olun” çağrıları yapılmasında, 1986 Kasım’ında 7 parti delegesinin ve 2 halk savaşçısının katledilmesinde, 2000’lerde Karadeniz gerilla güçlerine yönelik imha savaşında, 2015’den itibaren Dersim’de verilen onlarca gerilla kaybında “bitirdik, bellerini doğrultamazlar” yaygarasını duyduk.
Yani faşist İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıklamaları, özgün ve özel bir açıklama ve yaratıcı yalanlar değil bir devlet geleneği, faşizmin bildik türküsüdür. Aynı türküyü farklı seslerden defalarca dinledik. Tarihsel hafızamız ve başımıza gelenler, siyasal tarihimize dair kavrayışımız, davamızın zorunluluğu-doğruluğu ve haklılığı ve faşizmin gerçekliği meselesini hiçbir faşist propaganda, psikolojik savaş argümanı ve yaşananlar karartamaz. Daha fazlasıyla sınanmış, üstesinden gelmiş, boşalan mevzileri doldurmuş ve süreklilik sağlamış bir devrimci tarih ve özelde Proletarya Partisinin tarihi Süleyman Soylu için referans olmalıdır. Bunu bir kez daha Nubar, Rosa, Özgür, Asmin ve Deniz yoldaşların ölümsüzleşmesi vesilesiyle ona anımsatmak zorunlu olmaktadır. 2015’den bugüne verilen kayıplara rağmen Proletarya Partisi, şehitleriyle “buradayız, yenilmedik, bitmedik ve mutlaka giden her yoldaşın mevzisi doldurulup, büyütülecektir” mesajı vermektedir. Haksız olanın, güçlü olanın kendini kalıcı, değiştirilemez ve yenilmez görmesi yeni değildir, tarihin çöplüğü bu anlayışlarla dolup taşmaktadır. Yaşanan saldırılar azimle, kararlılıkla ve inançla, bilimle ve halka sonsuz bir güvenle hareket etme, donanma çabasına daha güçlü bir gerekçe olacaktır, olmalıdır.
Tarihin hafızası güçlüdür, karşı koyuşun, silahlı örgütlenmenin tarihsel zorunluluk yanında güncel toplumsal ihtiyacı açıktır. Faşist diktatörlük, her türlü zoru kullanarak, savaş aygıtlarını kuşanarak ezilenlerin bilincine, ayağına ve kollarına zincir vurmaktadır. Bu zincirleri parçalayacak olan ise yine zorun, tüfeğin kendisidir. Bir halkın ordusu yoksa o politik olarak güç olma koşullarından yoksun kalacaktır. Ülkenin sosyal, siyasal, iktisadi ve tarihsel şartları iktidarın Halk Savaşı çizgisinde kazanılacağını kesin çizgilerle açık etmektedir. Halk Savaşında süreklilik ise yine tarihsel zaruret olarak açığa çıkmaktadır. Doğru bir politik donanım kazanmak, gelişmelere ve çelişkilere Halk Savaşı çizgisiyle müdahale ile çözüm üreten yeteneği biriktirmek, bu topraklarda komünist öncünün silahlı mücadele olmaksızın doğru çizgiyi üretme olanağının imkansızlığını kavramak, gelişmelerin ve çatışmaların devrim için büyük olanakları mayaladığı koşullara en hazırlıklı bir proleter devrimci çizgi inşa etmek ve Nubar yoldaşın “yola uzun bakmalıyız yani kaybettiklerimize değil kazanacaklarımıza ve kazanmaya mahkum olduklarımıza” sözlerini içselleştirerek şekillenmek ve kayıplarımıza bu eksende anlam yükleyerek kavgayı daha güçlü omuzlamak gerekmektedir.
*Bu yazı Yeni Demokrasi Gazetesi’nin 26 Kasım 2020 tarihli 75. sayısından alınmıştır.